Ramazan-ı Şerif’in ardından, edeb yâhu!..
Eskiden, tekke ve dergâhlar ile türbelerde “Edeb yâhu!” levhaları bulunurdu. Bu levha, gelenlere orada edebi elden bırakmamak icap ettiğini hatırlatırdı. Hâlâ bazı türbelerde “Edeple gir, ziyaret et...” levhaları görüyoruz. Yerinde bir ikaz...
Başta Sevgili Peygamberimiz’in türbesi olmak üzere, Allah dostlarının bulunduğu bütün türbeler edep ve hürmetle ziyaret edilmelidir. Bu edep ve hürmetin nasıl olacağı kısaca şöyledir:
Bir zât hayattayken ziyaret edildiğinde nasıl hürmet edilmesi icap ediyorsa, türbesi ziyaret edilirken de aynı edep ve hürmet gösterilmelidir. Çünkü onlar kabirlerinde bizim anlayamayacağımız bir hayatla hayattadırlar. Hatta Rableri indinde rızıklanmaktadırlar. Bunu Bakara Sûresi’nin 154. âyeti ile Âl-i İmran Sûresi’nin 169. âyeti haber veriyor.
Bu âyetlerde, “Allah yolunda öldürülenler”den bahsedildiği için ilk nazarda sadece şehitlerin “Kabirlerinde diri olup Rableri indinde rızıklandıkları” anlatılıyor gibi zannedilse de mânâ öyle değildir. İslâm âlimlerinin anlayışına göre bütün Peygamberler ve bütün veliler/evliyâ da mânevî bir hayatla diridir. Şehitlik çok yüksek bir mertebe olmakla beraber, İslâm ehl-i sünnet itikadına göre, hiçbir şehit Peygamberimiz’in, hatta ashabtan en aşağı derecede olan Hazreti Vahşî’nin derecesine dahi erişemiyor.
Şehitler diri olduğuna göre, onlardan daha yüksek mertebede olan zâtlar haydi haydiye diridirler.
Geçmiş büyüklerimiz, Peygamberimiz’in de onun aziz sahabelerinin de bizim anlayamayacağımız bir hayatla diri olduğunun şuurunda oldukları için, hareketlerini ona göre ayarlamışlar. Ne yapmışlar?..
Medine demiryolu yapılırken, çalışma sırasında da tren geçerken de “Rasûlullah rahatsız olmasın” diye Peygamberimiz’in mübârek türbesinin yakınından geçen rayların altına ses çıkarmasın diye keçe döşemişlerdi.
Keçe döşeme işi, çalışanların aklınca gelişigüzel yapılan bir şey değildi. Gerçekten âlim olan o zamanın âlimlerinin istekleriyle ve resmî zevatın da onaylarıyla olmuştu.
Hacc’a ve Umreye gidenler, bugün dahi Peygamberimiz’in mübârek kabrinin Müslümanlar tarafından nasıl büyük bir hürmetle ziyaret edildiğini görmektedirler.
Bu derece hürmet, sadece Peygamberimiz’e gösteriliyor değil. Onu Medine’de evinde aylarca misafir eden, İstanbul’da de bizim misafirimiz olan Hazreti Halid Ebû Eyyüp El-Ensarî Hazretlerine de gereken hürmet bu zamana kadar eksiksiz gösterilmişti(r). (R harfini parantez içine almamın sebebi aşağıda gelecek.)
Padişahlar, İstanbul’un büyük ve meşhur câmilerine Cuma selamlığına çıkarlardı. Fakat Eyüp Câmii’ne gidiş farklı olurdu. Padişah atlı arabaya/faytona biner, faytoncu elindeki kırbacı şaklatarak “Deeeh” diye atları harekete geçirir, “Deeeh” diye diye Balat’a kadar gelinirdi. Balat Eyüp’e yakın. Oradan itibaren ne arabacının “Deeeh” sesi duyulur, ne de bir kimse konuşurdu. Eyüp Sultan Hazretleri’ne hürmeten Balat’tan itibaren padişah dâhil hiç kimse konuşmazdı. Etraf, padişahı görmeye gelen insanlarla dolu olduğu halde ses seda duyulmazdı. Sadece tekerlek sesi duyulurdu. Atlar bile kendi haline bırakılır, istediği gibi yürürdü. Cuma namazından sonra da atlar adeta yürümekte kendi hallerine bırakılırdı. Eyüp Sultan Hazretleri’nin huzurunda sessizlik için hürmeten böyle yapılırdı...
Bir padişah tahta çıkınca Eyüp Câmii’nde şeyhülİslâm tarafından kılıç kuşandırılır ve adaletli hareket etmesi için nasihat edilirdi. Bu nasihat da, Eyüp Sultan Hazretleri rahatsız olmasın diye yüksek sesle bağıra çağıra yapılmaz, hafif sesle gerçekleştirilirdi. Hatta yakın zamana kadar, Eyüp Câmii’ne yakın dükkanlardan teyip sesleri bile duyulmazdı. Demem o ki; bu hürmet böylece devam edip geliyordu.
Geliyordu ama artık yok. Bitti, bitirdiler. Bitirenler de Müslümanlara dinî bilgi vermek iddiasında olanlar. Yukarıdan beri yazdıklarımı işte bunun verdiği hüznün bir tezahürü olarak yazdım değerli okuyucular...
İslâmî bilgi vermek iddiasıyla insanları Eyüp Sultan Hazretleri’nin hemen yanıbaşına topluyorsunuz. Konuşma yaptırıyorsunuz. Ondan sonra sözümona biraz soluklanmak için bir ara veriyorsunuz; işte bu arada Mihmandâr-ı Rasûlullah olan o şanlı sahâbî Eyüp Sultan Hazretleri’ni çalgı sesleriyle rahatsız ediyorsunuz. Üstüne üstlük bunun adına bir de dinî hizmet diyerek...
Hizmet mi, yoksa bilerek veya bilmeyerek din adına yapılan bir hezimet mi?..
Şimdi sormak lâzım gelmez mi? Rasûlullah rahatsız olmasın diye, rayların altına keçe döşeyenler akılsız mıydı? Yaptıkları boş, yersiz ve mânâsız bir şey miydi? Eyüp Sultan Hazretleri rahatsız olmasın diye taa Balat’ta konuşmayı bile kesip sessizliğe bürünenler niçin öyle davranıyorlardı? Boş ve mânâsız olarak mı?
Eskilerin tavrı nerede, şimdi kulak zarını patlatacak şekildeki çalgılarla Eyüp Sultan Hazretleri’nin huzurunda Ramazan programları yapanların tavrı nerede... Nerede kaldı o eski şuur, hürmet ve edeb?
Sevgili Abdurrahman Dilipak’ın kulakları çınlasın. Osman Nuri Çerman, câmilere kiliselerdeki gibi sıra-masa ve çalgı konulması için 1950’li senelerde az uğraşmamıştı. Abdurrahman Bey! Gördüğünüz gibi, Osman Nuri Çerman’ın istediği gibi çalgıyı henüz câmilere sokamadılarsa da câmi kapısına kadar getirdiler. Bundan 6-7 sene önceydi. Belli gruptan bazıları, ellerinde çalgılarla bir Regaib Kandili gecesi Sirkeci’deki Hocapaşa Câmii’nin önüne geldiler, “Kandili kutluyoruz” diye çalgı çaldılar. Bazı gayr-i müslimler de onları seyretmeye gelmiş. Tam bir hazırlanmış tezgâh...
Sonra bu hadise müftülüğe intikal etti. Müftülük “Bizim haberimiz yok” dedi ve bundan sonra böyle bir şeyin olmasını yasakladı. Onlar da kandilleri çalgıyla kutlamak için salonları tercih etmeye başladılar...
Biliyorum, yine beni “Kimdi o grup?” diye internetten rahatsız edip duracaksınız. Peşinen “NAMAZ’ı tersinden okuyanlardı” deyip kurtulayım bari.
Değerli okuyucular! Plan çok derin. Câmilere bir taraftan çalgı, bir taraftan oturulacak şeyler konulması... Görmüyor musunuz, son senelerde câmilerde birden bire sandalyeler çoğalıverdi. Bu neyin nesi!..