Muhalefet bu iki konuşmayı anlasa...
Türkiye siyasetinde iddiası olan herkes son birkaç gün içinde yapılan iki konuşmayı çok dikkatle okumak zorunda.
Önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ardından Başbakan Tayyip Erdoğan yaptıkları konuşmalarla siyasetin çıtasını çok yukarılara çıkarmakla kalmadılar, kanımca Türkiye'nin bir daha gerisine düşmeyecekleri bir siyasal dil ve vizyon ortaya koydular.
Bu iki konuşmada sergilenen demokrasi, özgürlükler ve hukuk devleti anlayışı ve vizyonunun gerisinde kalan bir siyasi liderin veya hareketin Türkiye'de hiçbir geleceği olamaz. Erdoğan, siyasetin 'yerel', halkın gönül tellerine dokunan zirvelerine referansta bulundu parti kongresinde. 'Yunus Emre'siz bir Türkiye dilsiz kalır. Mevlânâ'sız bir Türkiye ruhsuz kalır. Tatyos Efendi'yi yok sayan Türkiye'nin besteleri yarım kalır. 'Hoşçakalın İki Gözüm' diyen Ahmet Kaya'ya vefa göstermeyen Türkiye'nin şarkıları eksik kalır. Ahmedi Hani'siz, Bitlisli Said-i Nursi'siz bir Türkiye'nin maneviyatı noksan kalır.' dedi. Bu ülkenin 'farklı' değerlerini dışlamayan, ötekileştirmeyen; her birinin vizyonunu topluma empoze etmek yerine, hepsini Türkiye'nin zenginliği olarak niteleyen bir 'duruş ve duyuş' sadece siyasette merkezde durmanın değil toplumsal barış kurmanın da bir gereği. Başbakan Erdoğan bunu son derece 'şiirsel' bir şekilde yaptı.
Siyasetin 'evrensel' değerlerini de unutmadı. Rahmetli Özal'ın sık sık vurguladığı 'önce insan, sonra devlet' gelir ilkesinin altını çizdi; demokrasi ve demokratikleşmeden, milli iradeden vazgeçilemeyeceğini söyledi.
Erdoğan'ın konuşması, 'yerel' değerleri ve duyarlıkları 'evrensel' bir siyasal dil ve proje içinde sunmayı bildiğinin bir göstergesiydi. İktidarın yolu zaten bu sentezden geçiyor bu ülkede. Siyasetin standardını belirleyen diğer konuşmayı Meclis'in açılışında Cumhurbaşkanı Gül yaptı. "Devletin, bir yüzeyde görünen bir de derin ve görünmeyen yüzü olamaz. Devletin tek yüzü hukuktur. Hiç kimse ve hiçbir grup kendini devletin yetkili organlarının yerine koyarak tasarrufta bulunamaz, eylem yapamaz."
Standart budur; devletin başındaki kişinin devlet içinde hiçbir şekilde 'derin' bir yapılanmaya müsaade edilmeyeceğinin ifadesi 'derin' anlamlar taşır. Bunu, 'derin devlet olur, devletin sigortasıdır, gerektiğinde devreye girer' tarzı siyasi yaklaşımlarla karşılaştırdığınızda kimin daha 'çağdaş' bir noktada durduğunu, kimin toplumsal hassasiyetleri dile getirdiğini daha iyi anlarsınız.
Düşünün, bir yandan 'Hiç kimse devleti ve rejimi korumak bahanesiyle hukuk dışına çıkamaz.' diyen bir Cumhurbaşkanı, öte yandan her fırsatta Ergenekon sanıklarına selam ve muhabbetlerini gönderen bir anamuhalefet partisi lideri... Gül'ün temsil ettiği 'devlet aklı' Baykal'ın yürüttüğü 'sivil' siyasetten daha sivil, daha demokratik, daha 'çağdaş'. Muhalefetin meselesi budur; devleti de kapsayan büyük sivilleşme ve demokratikleşme sürecini hâlâ doğru dürüst okuyamıyorlar.
Sadece bu değil; devlet aklını temsil eden Cumhurbaşkanı etnik ve dinsel farklılıklarla ilgili özgürlükçü bir yaklaşım sergiliyor; 'demokratik devlet farklı olanı tek kalıp içinde eritmez' diyerek hem bir ilkeyi vurguluyor, hem de devlet adına bir özeleştiride bulunuyor. Ancak Baykal'ın tepkisi "Konuşma yüreğimi kanattı." oluyor; yardımcısı ise "Terörle mücadeleden vazgeçildiğini gösteren bir konuşmadır." iddiasını getiriyor.
Gül'ün bu konuşmasına, "Farklılıklar ülkesinden gelen konuk bir cumhurbaşkanı gibi konuştu. Metnin hiçbir yerinde Türk kavramına yer vermemiş olması ayrıca bizi çok üzdü." tepkisini veren bir muhalefet lideri de var. Toplumun değişim talebinin devleti nasıl bir dönüşüme zorladığını biliyoruz. Aslında çok partili demokrasi tarihimiz biraz da 'devletin toplumsal taleplere kendini adapte etme çabalarının' tarihidir. Şimdilerde 'devletin tepesi' değişimin dilini kullanırken muhalefet liderleri 'eski devlet'in kavramlarıyla konuşmayı sürdürüyorlar. Muhalefet sadece toplumdaki değişimin değil, devletteki dönüşümün de farkında görülmüyor.