Cem Sultan ve şehzâde isyanları
Bazı Osmanlı padişahlarının neden kardeşlerini öldürttüğü yolunda hemen her gün sorular geliyor. Fatih’in oğlu, Sultan II. Bayezid’in kardeşi Cem Sultan’ın vefat yıldönümü (25 Şubat 1495) münasebetiyle konuya bir kez daha kısaca temas etmekte sanırım fayda var.
Diyeceksiniz ki, gündemin yarısını “sınır ötesi harekât”, diğer yarısını “türban savaşları” götürürken, bilmem kaç sene önce cereyan etmiş olaylar üstüne yorum yapman kimin ilgisini çeker?
Haklı olabilirsiniz. Ancak bendeniz birilerinin dayattığı gündem üzerine ahkâm kesmek yerine, bugünü hazırlayan tarihsel sebepler üzerine durmayı yeğliyorum. Günceli ıskalamadan geçmişle buluşmaya çalışıyorum. Ancak bu sayede olup bitenleri kavrayabileceğimize ve yere daha sağlam basabileceğimize inanıyorum.
Bu girişten sonra şunu ifade etmeliyim ki, bazı şehzadelerin katledilmesi dinin hükmü değil, siyasetin gereğidir. çünkü sağ bırakılan şehzadelerin hemen hemen tümü isyan etmiş, bu isyanlar yüzünden devletin başına büyük badireler açılmış, çok kan akmıştır.
Bu konuda çok olumsuz örnekler mevcuttur…
Meselâ Sultan I. Murad’ın oğlu Savcı Bey, babasına karşı isyan etmiş (1385), Anadolu’da Timur istilâsıyla başlayan Fetret (1402) Devri’nde Yıldırım Bâyezid’in oğulları arasında baş gösteren mücadelede binlerce mazlumun kanı akmış, bu yüzden Bizans’a nice tavizler verilmiş, daha önce fethedilen bazı topraklar Bizans’a iade edilmiştir.
Musa çelebi bir ara İstanbul’u sıkı şekilde muhasara etmişken, kardeşinin (Mehmed çelebi) ordusuyla üzerine gelmesi yüzünden mecburen muhasarayı kaldırmıştır. Daha sonra Bizans’a âlet olan Yıldırım’ın oğullarından Mustafa Bey (nam-ı diğer Düzmece Mustafa) isyanlarıyla devlet yeni bir fetretle yüz yüze gelmiştir. Nihayet Fatih’in babası II. Murad zamanında padişahın kardeşi Şehzade Mustafa (Düzmece Mustafa’dan ayırd edilebilmesi için tarihlerimiz bu şehzadeyi “Küçük Mustafa” olarak yazar) Bizans, Germiyan ve Karaman kışkırtmaları sonucu ayaklanmış, bunun üzerine Sultan II. Murad tıpkı Musa çelebi gibi, Bizans kuşatmasını kaldırarak küçük kardeşinin üstüne yürümek durumunda kalmıştır (1423).
Bundan sonraki isyan örnekleri ise sayılamayacak kadar çoktur. Şüphesiz her birinde devlet büyük yaralar almış, bir şehzadenin yerine binlerce insan ölmüştür. öte yandan evlâtlar arasında bölüştürülmüş imparatorlukların akıbeti de malûmdur. Bir Cengiz Han, bir Timur imparatorluklarının, kardeşler arasında bölüştürülmesi sonucu bir insan ömrü kadar bile hayatta kalamadıklarını herkes bilir. Ama Osmanlı Devleti altı yüz küsur sene ayakta kalmış, bu sürenin en az dört yüz senesinde dünyanın hemen hemen üçte birine hükmetmiştir.
Fransız düşünürü Fernand Grenard’ın da dediği gibi, “Osmanlı Devleti, gücünü devamlılığından alır.”
Yani uzun soluklu oluşunu, hiç bölünmeden yürümesine borçludur. Yekvücut, imanlı bir kitlenin önünde, bölünmüş Avrupa ve saltanat ortakları arasında taksim edilmiş Bizans, elbette dize gelmeye mahkûmdu: Zaten de öyle oldu.
•
Osmanlı hanedanı ve devlet adamları, “devlet-i ebed müddet” prensibine gönülden bağlıydılar. Devleti bölüşme teklifiyle kendisine elçi gönderen Cem Sultan’a, ağabeyi Sultan II. Bâyezid’in verdiği cevap meşhurdur: “Bu kişver-i Rûm bir ser-i pûşide-i arûs-i pûr nâmûstur ki, iki dâmad hutbesine tâb götürmez.” (Osmanlı Devleti öylesine namuslu bir gelindir ki, iki dâmad istemez).
Osmanlı hanedanı ve devlet adamları dâimâ “birlik” şuuruna, “Nizam-ı âlem” düşüncesine ve “Fitne katilden daha şiddetlidir” meâlindeki İlâhî hükme inanıyorlardı.
Peygamber müjdesine mazhar olmuş Fatih Sultan Mehmed, bir saltanat endişesi ve rakibi bulunmadığı halde, meşhur “Kanunnâme”sine malûm hükmü koymuştur: “Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem içün katletmek münasibdür. Ekser ulema dahi tecviz etmişdür, bununla âmil olalar.”
Ne yazık ki şartlanmış kafalara ve okul kitaplarına, bu sebep ve gerekçelerin hiçbiri girmemektedir. Olay öyle bir şekilde takdim edilmektedir ki, bundan, padişahların sadece kendilerini düşünerek, ikballeri uğruna oğullarını, yahut kardeşlerini öldürttükleri sonucu çıkmaktadır. Oysa Yıldırım Bâyezid, kardeşi Yakup Bey’in “tahtını tabuta” çevirmeseydi, devlet param parça olacaktı.
Fatih, kardeşini sağ bıraksaydı, kardeşi zaman içinde isyan çıkartacak (çünkü hep böyle gelişti), bu isyan sebebiyle muhtemelen Bizans feth edilemeyecekti.
Sultan II. Bâyezid, Cem Sultan’ın teklifini kabul edip devleti kardeşiyle bölüşseydi, Yavuz ortaya çıkamayacak, dolayısıyla Şah İsmail Anadolu’yu yutacaktı.
Yavuz, üzerine gelen kardeşleri Ahmed ve Korkud’u bağışlasaydı, birleşip yeniden saldırabilecekler, bu durumda kargaşa çıkacak, Yavuz Padişah’ın “İttihad-ı İslâm” (Müslümanların Birliği) ideali gerçekleşmeyecekti. Tabii Osmanlı padişahları da belki hiçbir zaman “Halife” olamayacaktı.
Bunların üzerinde kafa yormadan, şartları hiç nazara almadan, o günlerin devlet telâkkîsini anlamaya çalışmadan masa başında hüküm vermek insafsızlıktır...
Olayı tarih, şartlar ve insaf ölçeğinde ortaya koyduktan sonra, hâlâ “günah” hükmü vermek de mümkündür. O takdirde günahların ve sevapların değerlendirileceği “Mahşer Günü” hatırlanmalı ve olay son yargı merciine havale edilmelidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.