Veminel aşk
“Evlilikte aşk olmayabilir” diyenler var (Sibel Eraslan gibi temkinliler)...
“Olmalı” diyenler var (Bendeniz gibi uçuk-kaçıklar)...
“Olsa iyi olur, ama şart değil” diyenler de var (aşırı tedbirliler grubu)...
Yani rivayet muhtelif...
Sibel Eraslan adımı geçirdiği yazısında “Çocukların varlığı, paylaşım, ortak çıkarlar, alışkanlıklar ve karşılıklı saygı evliliğin devamı için yeterli olabilir” demeye getirdi...
Evliliğin yıllanması halinde bu mümkündür. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, evliliği bunların üzerine oturtmak, “zorunlu beraberlik” anlamına gelir ki, böyle bir beraberliğin zaman zaman işkenceye dönüşmesi kaçınılmazdır. Evliliği kemiren zorluklarla zaman zaman baş gösteren bıkkınlıklar bile ancak aşk (derin sevgi ve ilgi) sayesinde aşılabilir.
Bu yüzden ya âşık olur evlenirsiniz, ya da evlendikten sonra âşık olursunuz. İkisi de mümkündür: Ancak aşksız meşk pek mümkün değildir.
Ayrıca, istatistiklere göre boşanmalar ilk beş yıla yığılıyor. Acemiliklerden ve farklılıklardan kaynaklanan tartışmaların, çatışmaların boşanmaya varmaması için özellikle ilk yıllarda aşk şart gibi gözüküyor: İki insan ancak bir birlerine duydukları derin sevgi ve ilgi sayesinde bir birlerine katlanabilirler. Bu da tartışmaların ve uyumsuzlukların boşanmaya gitmeden çözümlenmesi demektir.
Yine de aşk konusunda kanaatler de rivayetler de muhteliftir. Aşkın dünyadaki kişi sayısınca tarifi olabilir. Anlayacağınız dostlar, bu kavram tarife de sığmıyor, tarihe de...
İnsanlık tarihi boyunca aşk uğruna iyilik yapanlar da var, kötülük yapanlar da... Ölenler de olmuştur, öldürenler de... En güzeli onunla birlikte yaşamaktır, ama sanırım bu iş zordur! Çünkü şefkat gerekir, hürmet gerekir, hamiyet gerekir, fedakârlık gerekir...
Aşk bütün bu duyguların yoğunlaşarak atom çekirdeğine dönüşmesidir! Hiçbir madde onu kuşatamaz, o tüm maddeleri kuşatır... Yani, zerreden arşa kadar her şey aşktır!
Öyle olmasaydı, Şair Fuzuli, “Aşk imiş her ne varsa âlemde/ Gerisi ancak bir kıl ü kal (boş şeyler) imiş” diyerek müthiş keşfini inim inim inler miydi?
Ve aşk bir peygamber sünnetidir.
Biliyorsunuz Hazret-i Hatice, Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in (sav) ilk eşidir. Aralarında onbeş yaş fark bulunmakla birlikte, Efendimiz onu hep özlemiş, “Hıristiyan kadınların en hayırlısı İmrân’ın kızı Meryem, Müslüman kadınların en hayırlısı ise, Hüveylid’in kızı Hatice’dir”, ya da “Dünya ve âhirette değerli dört kadın vardır: İmran’ın kızı Meryem, Firavun’un karısı Asiye, Hüveylid’in kızı Hatice ve Muhammed’in kızı Fâtıma” şeklinde hadislerle ilk eşini övmüş, ölümünden sonra bile akrabalarıyla yakından ilgilenmiş, hatta bu yüzden Hz. Ayşe, Hz. Hatice’nin ölüsünü bile kıskanmıştır.
Çünkü Âlişan Efendimiz Hz. Hatice’ye âşıktı... Âşık olmasaydı dulluğuna takılır, kendisinden onbeş yaş büyük olması karşısında tökezleyip geri çekilirdi... Hiçbirini umursamadan onunla evlendi ve yaşadığı müddetçe başka hiçbir kadını istemedi. Hatta Hz. Hatice vefat ettikten sonra, ona hürmeten uzun sayılabilecek bir süre evlenmedi...
Ondan bir süre sonra üst üste evlenmesinin farklı hikmetleri üzerinde elbette durulabilir, ancak bir yönü “Hz. Hatice karakteri”ne duyduğu derin özlemdir. Her kadında onun kokusunu, onun duruşunu, onun aşkını aramış, bulamayınca Hz. Ayşe Validemizi çocuk denebilecek yaşta nikâhlayarak yıllar boyu eğitmiş, Hz. Hatice’ye benzetmek istemiştir...
Sonuçta faziletinden, takvasından, şefkatinden, sevgisinden, kavrama kabiliyetinden, nihayet kadın duruşundan etkilenmiş, bu kez Hz. Ayşe’ye doludizgin âşık olmuştur.
O kadar ki, Hz. Ayşe kadınsı bir merak ve istekle “Efendim, beni seviyor musunuz?” diye sorduğunda, “Kördüğüm gibi” diye cevap vermiştir, “Seni kördüğüm gibi seviyorum.”
Aradan birkaç yıl geçiyor...
Zor yıllardır o yıllar.
Âlişan Efendimiz öncelikle bir Peygamberdir ve bu sıfatıyla Bizans kralından çöl bedevisine kadar binlerce kişiye hakikati tebliğle mükelleftir...
O buna vakit ayırıyor...
Aynı zamanda devlet başkanıdır, devlet başkanı sıfatıyla görüşmeler, anlaşmalar yapıyor...
Buna vakit ayırıyor...
Aynı zamanda başkomutandır, orduları yönetiyor...
Buna vakit ayırıyor...
Muallimdir, çevresine ve dünyaya öğretmenlik yapıyor...
Buna vakit ayırıyor...
Kocadır kadınlarına, babadır çocuklarına, dededir torunlarına vakit ayırıyor...
Bazen savaşmak zorunda kalıyor, bazen yoklukla, hatta açlıkla mücadele ediyor...
O böylesine girift ve yoğun işlerle uğraşırken, kim bilir yine hangi kadınsı duyarlılığın etkisiyle, Hz. Ayşe, yıllar öncesinden kalma o “kördüğüm”ü hatırlatmak istiyor Efendimiz’e...
Damdan düşer gibi soruyor:
“Efendim, kördüğüm nasıl?”
“Ne kördüğümü?” diye sormuyor Efendimiz...
“Bunca işimin arasında yıllar önce söylediğim bir kelimeyi hatırlamamı bekleyemezsin” diye azarlamıyor Hz. Ayşe Validemizi... “Ben nelerle meşgulüm, sen nelerle meşgulsün” diye de küçümsemiyor...
O cümleyi bir saat önce söylemiş gibi gülümsüyor, sadece. Derin derin eşine bakıyor ve teminat veriyor: “Kördüğüm daha da girift bir hale geldi, yüreğime bütün bütün dolaştı...”
Türkiye’de bu sünneti ihya edecek kaç babayiğit var?
Kadınların dövülmesi gerektiğinden sürekli bahseden hocalarımızdan kaçı bu ince yaklaşımı gösterebilir, cemaatine de anlatabilir?
Tekrarlıyorum: Aşk sünnettir! Zaten Allah’a da ancak o yoldan gidilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.