Reception!

Reception!

Evvela "Reception" kelimesiyle işe başlayalım; Latince'den diğer Batı dillerine geçtikten sonra Türkçemize bağdaş kurup oturan bu lâfzın birbirine yakın ve uzak pek çok anlamı var: Karşılama, kabul töreni, misafir kabulü, bekleme vesaire.
Bu yazıda reception, "danışma, kabul ve sevk etme"den ziyade misafir karşılama ve ağırlama gibi bir mânâ çerçevesinde kabul görecektir diyebiliriz.

Peşinen belirtmeliyim ki; Türkiye Cumhuri-yeti'nin Cumhurbaşkanı'ndan zâta yazılı bir davetiye almak, insanın moralini güçlendiriyor; bu safhada, "Benim Cumhurbaşkanı'mızla şahsî tanışıklığım yoktur, acaba beni nereden hatırladı da davet etme lüzumu hissetti?" gibisinden zihne karışıklık verici tesirlerden uzak kalmak ve meseleyi fazla didiklememek gerekiyor. Böyle bir davetiye alınca yapılacak en iyi şey, "Vardır koca Reisicumhurluk katının bir bildiği elbette." diyerek hazırlığa geçmek olacaktır.

Ben de öyle yaptım. Bir ay öncesinden davetiye elime ulaşınca tanıdık-bildiklerden "Orası nasıl bir yerdir, nasıl gidilir, nasıl gelinir; hop deyince kalkıp savuşmak mümkün müdür?" gibi âcil suallerin istifsârından sonra mesele tez elden "Resepsiyonda ne giyilir?" meselesine intikal etti. Neyse ki Sayın Cumhurbaşkanı'mız biz davetliler için ayrıca frak, jaketatay, smokin gibi hususi bir masraf ve ızdırap kapısı aralamak niyetinde değildi; siyah bir takım elbise kâfi gelecekti.

Bir rahatladım bir rahatladım; renk algılama kabiliyetime her zaman güvenmişimdir ve bu duygunun verdiği özgüven hissiyle, "Var bir takım siyah elbisem; ütületir giyerim." diye hesapladımdı. Yanlış faraziyenin tez zamanda direkten döneceğini hesap etmemişim ama! Hanım, "Oh, siyah elbisemi giyerim." cümlesini duyunca, "Bu adam, o kadar adama her şey hakkında bir sürü şey bildiği izlenimini nasıl verebiliyor şaşırıyorum." dercesine küçümseyici bir bakış atfettikten sonra yüzümdeki hayret ifâdesini görünce şöyle bir cevap verme lütfunda bulundu:

- Siyah değil o bir kere, dikkatini çekerim: Lâcivert!

"Yahu nasıl lâcivert, bal gibi siyah; üstelik kömür gibi simsiyah." diye haklılığımı isbat etmeye çalışmaktansa gardıroba gidip elbiseyi getirmeyi tercih ettim ve dedim ki, "Bu elbisede bana lâcivert bir şey göster; cehâletimi kabul edeyim".

İnanmayacaksınız ama gösterdi ve neticede ben elbisenin lacivert olduğunu kabul etmek zorunda kaldım. Mikroskop kadar güçlü büyütücü camlarla bakılınca kumaşın dokusunda çoook koyu laciverdi andırır birtakım ipliklerin mevcudiyetini reddetmiyorum ama insanları, şahsen iddialı oldukları konularda yanlış düşündüklerine iknâ etmenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu bildiğimden konuyu kısa kestim. En kısa zamanda -bu defa gerçekten siyah- bir takım elbise edinmek zarureti apaçıktı.

- Elbiseyle iş bitmez, dedi, "pabuç da gerek".

- Niçin gereksin ki, üç çift siyah pabucum var işte, diye itiraz etmenin de anlamı yoktu. Anlayacağınız bu dâvet daha işin başında hayli külfete yol açacaktı ve netekim öyle de oldu.

Resepsiyonun başlamasına yarım saat kala, Zaman Gazetesi'nin Ankara bürosundaki arkadaşlarla birlikte "Daha tenha olur." gerekçesiyle 5 numaralı kapının önünde idik. Araçlardan inmemize izin verilmeksizin arkasına barkot basılı güvenlik kartlarımız kontrol edildi; elli metrelik bir mesafe için araca yol gösterecek bir resmî araç eşliğinde Köşk'ün kapısına kadar geldik. Dış kapıdan bekleme salonuna gelinceye kadar kaç nazik Köşk görevlisine "hoş bulduk" dediğimi hatırlamıyorum ama çoktu.

Bekleme salonu, mafya patronlarından birinin yakını için düzenlediği düğün merasimleri atmosferini hatırlattı bana; herkes siyah takım elbiseli ve neredeyse % 90 nisbetinde kırmızı kravatlıydı; öyle ki içlerinde beyazdan farklı gömlek giymeye cesaret edenler, o yeknesaklık içinde gözüme üç bacaklı horoz gibi garip görünüyordu. Etrafta bu kadar siyah elbiseli adam olunca ister istemez gerildim çünkü o an sanki her siyah elbiseli adam, koynundaki silahını çekmeye hazır bir ruh hâli içinde gibi göründü bana. Daha sonra o gergin adamların, benim gibi ömründe ilk defa resepsiyon gören tipler olduğunu anlayıp ferahladım.

Elbette hanımlar da vardı ve her zaman oldukları gibi erkeklerden daha şıktılar; Beşiktaşlılar alınmasın ama siyah ve beyaz renk skalasında şık olabilmek ne kadar mümkün olabiliyorsa o kadar şıktılar; bu yargı için hakikaten müteessirim...

Salonun öteki tarafında kimsenin ne çaldığına aldırış etmediği bir piyanistle kemancı hanım duruyordu ve etrafları hayli tenha idi. İzdihamda arada kalmayalım fikriyle arkadaşlara, "Haydi müzisyenlerin olduğu o tenha yere doğru gidelim." teklifinde bulundum; teklifimi garip karşıladılarsa da, "Büyüğümüzdür, kırmayalım." nezaketiyle kabul ettiler. Müzisyen arkadaşların durumu iyi değildi çünkü ne çaldıklarına ve nasıl çaldıklarına kimsenin aldırış ettiği yoktu; oysaki, Batılı çalgılarla da olsa yerli havalar seslendiriyorlardı. Ankara temsilcimiz Mustafa Ünal'a, "Yazıktır yahu, böyle topluluklarda kendi çalıp kendi dinleyen müzisyenlere çok acırım." dedim. Üzülmemem gerekirmiş, çünkü âdet böyleymiş; insanlar buraya müzik dinlemeye değil, birbiriyle konuşmaya, tanışmaya ve kulis yapmaya gelirlermiş. Müzisyenler dekoru tamamlayan bir şey gibi farz edilirmiş. Varlıkları hissedilmeyen ama yoklukları fena halde göze batan bir tamamlayıcı unsur!

Biraz sonra, "Beyefendi geldiler." mırıltıları yoğunlaşınca daracık bekleme salonunda neredeyse birbirinin ayağına basmamak için olanca dikkatini sarf eden bizler bir kapı önüne alelacele kuyruğa geçmeye başladık. Bu kuyruk, Ankaralıların pek iyi bildiği muntazam, tek sıra halinde ve herkesin yekdiğerinin hukukuna nezaketle riayet ettiği o mürettep kuyruklardan değildi. Kapı önünde ip gibi daralırken geriye doğru aniden genişleyiveren bir huni demek daha doğru olacaktır. Birkaç dakikada bir birkaç santim kımıldamak suretiyle kabulün yapıldığı kapı ağzına geldiğimizde ayaklarımıza kara sular inmek üzereydi ve neredeyse yarım saat olmuştu.

Kapının hemen yanındaki bir protokol görevlisi, misafirleri yüksek sesle tanıtıyor, Cumhurbaşkanı ve eşi de nazik bir tebessümle misafirin elini sıkıyorlardı. Daha önceden yanımızda cep telefonu ve fotoğraf makinesi bulundurmamaklığımız konusunda resmen ikaz edilmiştik ve ben bu yüzden bu tarihî ânın, yani Devlet Başkanı'mızla el sıkışacağımız ânın nasıl olup da tarihî bir belge şeklinde tesbit edileceği konusunda derin endişeler içinde bulunmaktayım. Merak etmeme gerek yokmuş; o dar kapıdan girince onlarca flaşın birden patlamaya başladığını fark edince gurura kapılmadım desem yalan olur. Herhalde şöyle düşünüyorlardı: "İşte nihayet film harcamaya değer nitelikte önemli bir adam salona giriyor!"

Öyle değilmiş; meğer kapıdan giren herkesin fotoğrafını çekmek âdetmiş!


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi