Sahi, orduyu kim denetler?
Ordu iyi yönetilmiyor; bu hükmü, TSK'nın bir askerî harekâtı tasarlamak ve yürütmek konusundaki eylemlerine bakarak vermiyoruz; "Ordu iyi yönetilmiyor" hükmünü, son gelişmeler çerçevesinde yönetim biliminin anlam sahası içinde değerlendiriyoruz.
Yakın zamanlardan, (en azından 27 Mayıs'tan, 28 Şubat'tan) bu yana ordu, kendini muhariplik mesleğinin de ötesinde bir siyasi kurum gibi biçimlendirmeye uğraşmasına rağmen derin krizler yaşamaktan kaçınamadı. Toplumsal gelişmeleri önlemek ve yönlendirme amaçlı andıç ve saire türünden belgeler, ordunun bu konularda ehliyetini değil naifliğini, acemiliğini göstermekten başka ne işe yaramıştır ki?
İşin kötü tarafı, ordunun bir idari yapı olarak kendini nasıl yönlendirdiğini anlayıp sorgulayacak, denetleyecek iç mercîlerden mahrum bulunmasıdır. Bu hükme şimdi yakından bakalım:
-Milli Savunma Bakanlığı ile TSK arasındaki ilişkiler, çok sevilen bir askeri tabirle asimetriktir. Garip fakat, MSB, yaşamakta olduğumuz krizde adı en az geçen kurumdur; orduyla hükümet ve meclis arasındaki ilişkiyi sağlayan yarı sivil, yarı askeri bir müsteşarlık görüntüsündedir. MSB, orduyu denetleyemez, sorgulayamaz; görülmüş şey değildir.
-Askeri yargı: İlk bakışta orduya avantaj sağlıyor gibi görünmesine rağmen, fiilen Genelkurmay hiyerarşisi altında çalışması, onu bir denetleyici ve sorgulayıcı yapı olmaktan çıkarıyor. Pratikte, suç işleyen asker kişileri, genel yargının eline bırakmama misyonunu ifâya yarıyor.
-Yüksek rütbelilerin tayin ve terfilerinde yürütme uzvu kağıt üstünde belirleyici görünmesine rağmen hükümetlerin kezâ, "orduya da hükmetmesi", işitilmiş örneklerden değildir. Yürütme, bizdeki uygulamada askerlerin âmiri sayılmıyor; bilakis askerlerle iyi geçinmek zorunda olan bir heyet gibi görünüyor.
- Meclis: Ordunun yasama gücü tarafından denetlenebileceği en kritik yer, bütçedir. Bizde bütçe görüşmeleri kısaca, "askere selam, bütçeye devam" sloganı ile geçiştirilir. Böylece bütçe, meclisin ordu üzerinde bir denetim kurma aracı olarak anlamsızlaşmıştır; örnekler hep öyle çünkü.
- Basın ve yargı: Ordu, kendi mensuplarının ifadesine göre iki güçten ciddi olarak çekinmektedir: İlki yargı (Muğlalı sendromu), ikincisi basındır. Türkiye'de askeri cuntalar hükümetle, halkla ters düşmeyi göze alır da, bu iki güçle didişmeyi aklından bile geçirmez. Hâlen devam eden krizde yargı ve basının bazı unsurları, ordu içindeki darbe heveslilerini cesaretlendiriyorlar. Dışardan bakınca destek gibi görünen bu yaklaşım, ordu için talihsiz sonuçlar doğuruyor, çünkü zihni dolaşık darbeci takımı, işledikleri suçlara yargı ve basın aracılığı ile meşrûluk kazandırabileceklerini hesap ediyorlar. "Geçmişte oldu; şimdi de tekrarlanır" düşüncesindeler.
Toparlıyoruz: Böylece ordu, Türk devlet sistemi ve anayasal yapı içinde kimse tarafından hikmetinden sual olunamaz, denetlenemez, sorgulanamaz bir hüviyete bürünüyor. Eski dilde bu hâl, "lâyüsel" kavramıyla karşılanırdı, yani "mes'ul olmaz, sorulmaz". Ülkeyi her an Arap ülkelerine satmaya hazır, işbirlikçi ve hain sağcı iktidarlara ve hatta halka (!) karşı ordunun sistem içinde böyle lâyüsel, (hattâ "lâ yüselü amma yef'al") bir güç olarak tasarlanması matah bir tedbir olarak düşünülebilir fakat aynı mekanizma, -işte görüyoruz ki- ordunun kendi hatâlarını görmesini, kendini denetlemesini de engelliyor; bu yapı içinde hukuka saygılı askerle, hukuka aldırış etmeyen asker arasındaki fark kalmıyor nerdeyse. Vaktiyle orduyu sistem içinde sorumsuz hale getirenler, Türkiye'ye büyük kötülük etmişlerdir; halbuki hâlâ büyük adam muamelesi görüyorlar, gariptir!
Bu krizi, askerlerin istifa kurumunu işletmesiyle aşmak en zarif çözüm şekli olurdu fakat geçmişte olup bitenlere bakarak beklemeyi tercih ediyorlar; neyi bekliyorlar acaba?