Irkçılık Ayrılık ve Savaş Getirir
Irkçının gözünde hiçbir hak hukuk ve değer kalmaz. Onun için tek ölçü ırkçılığını tatmindir. Ne imanın, ne vicdanın, ne ilmin, ne ehliyetin, ne hakkın, ne hukukun, ne medeniyetin, ne insanlığın, gözünde hiçbir şeyin kıymeti kalmamıştır; asabiyet ve ırkçılık adına hepsini yakabilir, yıkabilir!..
Yeryüzünde ırkçılıktan daha akılsız, daha aptal, daha kör, daha duygusuz, daha deni, daha düşük, daha kaba, daha vahşi, daha saldırgan, kısacası daha değersiz bir alçak düşünce yoktur. Dolayısıyla ırkçılıktan daha zararlı bir düşünce yoktur.
Hilafetin gidip saltanatın gelmesinin en kötü sonuçlarından biri de, İslam’ın en fazla değer verdiği eşitlik ve kardeşlik ilkesi, yani inananların birbirlerine eşit kardeşler sayıldığı, üstünlüğün takvada arandığı merhamet toplumu ülküsünün öldürülmüş, onun yerine İslam’ın lanetleyerek öldürdüğü ırkçılığın, kabile taassubunun, adam kayırma mantığının hortlatılmış olmasıdır.
Araplar, Arap olmayan diğer müslüman kardeşlerini aşağılarken, Arapları da Ümeyye oğulları (Emeviler) aşağılamış, mübarek merhamet toplumunu en ilkel düşünce ve davranışlara kurban etmişlerdir.
Aslında hukukun üstünlüğünün zedelenmesi, kanun ve adalet önünde eşitliğin bozulması, bu konuda her şeyi anlatıyor demektir.
Saltanat yönetimindeki Emeviler sanki bir İslam devleti değil de bir Arap iktidarı gibi davranmaya başladılar. Sanki “her şey arap için, araba göre, arap tarafından” diyorlardı. Irkçılık o kadar yaygınlaşmıştı ki, bırakın bir kimseyi vali, kadı, komutan yapmayı, mahalledeki cami imamlığı için bile arap olup olmadığı araştırılıyordu.
Said b. Cübeyr gibi bir insan Küfe’ye Kadı tayin edilince “Arap değildir” diye ortalıkta bir gürültü kopmuştu. Sonunda Ebu Musa el-Eş’arî’nin oğlunu O’nun yerine kadı olarak atadılar.( İbn Hallikan, 2.den nakleden, Siret Ansiklopedisi, 4/112.)
Bu pis anlayış İslamlaşma hareketini de baltalamaya başlamıştı. Çünkü fethedilen topraklarda insanlar daha önceleri Müslümanlığı seçerken, şimdi “Araplara köle mi olacağız? Müslüman olsak bile bizi kendilerine denk görmüyor ve aşağılıyorlar” diyorlardı.
Cahiliyye döneminin aksine İslam döneminde Mevâlînin konumu, inanç bağı ile birlikte artmıştır. İnananların kadın erkek birbirlerinin velisi oldukları belirtilmiş, (Tevbe, 71) hiç bir ayrım yapılmamıştır.
Hz. Peygamber bunu Medine’ye hicret ettiğinde inananları sosyal statülerine bakmaksızın muâhât-kardeşlik müessesesini kurarak tatbikata geçirmiştir.
Ayrıca cahiliyye döneminde yaygın olan ve Mevâlîden aşağı tabakada bulunan kölelerin durumunda da iyileştirilme yoluna gidilmiştir. Özellikle Kur’an’ın köleleri azad etme yönündeki teşviki, (Beled, 11-14) ve Hz. Peygamberin uygulamasıyla toplumdaki ümmet birliği sağlanmak istenmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber’in, Ebû Zer’i, Bilal-i Habeşî’yi ırkından dolayı ayıplamasını cahiliyye adeti olarak nitelemesi, halasının kızı Zeyneb bnt. Cahş ile azadlı kölesi Zeyd b. Hâris'i evlendirme teşebbüsünü örnek olarak verebiliriz.
Köleler, ya hiç bir karşılık almaksızın, ya şartlı olarak, ya da efendisiyle arasında gerçekleştirilen bir anlaşma sonucunda serbest bırakılırdı.( Vecdi Akyüz vd., “Asr-ı Saadette Kölelik ve Cariyelik”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, İstanbul 1994, I, s. 505-509)
Hulefâ-i Râşidîn döneminde idarî ve siyâsî hayatta daha çok Arapların hakim olduğunu, Mevâlînin ise pek fazla etkisinin olmadığını görmekteyiz. Ancak sosyal hayatta, Hz. Peygamber döneminin devamı sağlanmıştır.
Fakat Halife Osman’ın sıla-i rahime fazlaca önem vermesi ve bunu sonuçta da kendi kabilesine yansıtması, Araplardan diğer kabilelerde hoşnutsuzluğa, Mevâlî tarafında da huzursuzluğa sebep olmuştur. Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylarda ve halifenin öldürülmesinde Mevâlînin rolünün olduğunu söylenir.
Emevî Devletinin kuruluşu, kabilecilik üzerine te’sis edilmiş ve bu yüzden iktidara geçen hemen hemen bütün halifeler muhalefet cephesiyle sürekli mücadelelerle uğraşmak zorunda kalmıştı.
Araplar kendi aralarında asabiyet mücadelesi verirken, aynı zamanda Arap olmayanlar karşısında kendilerinin üstün millet olduklarını belirterek ırkçılık yapıyorlardı.
Hiç şüphesiz bu Arapçılık taassubu, iki tarafı da keskin bir kılıca benzemektedir. Bir taraftan Arapların dış güçlere karşı birlik içerisinde olmalarını sağlarken, diğer taraftan, Arap olmayan toplumların kendi içlerinde bir başka asabiyetin oluşmasına neden olmuştur. Sonuçta devlete karşı kin ve nefretin oluştuğu “Şuûbiyye” hareketini beraberinde getirmiştir.
Müslümanlar İslam ilkelerini askıya aldıkça tefrikaya düşmüş ve kavga etmişlerdir.
Bu durum, Asr-ı Saadette sonras Emeviler döneminden itibaren başladığı ve devam ettiği gibi, günümüzde de bütün toplumlarda aynı sonucu vermektedir.
Aradan asırlar geçti. Saltanat güya Cumhuriyete dönüştü. Peki ama uygulama ne diyor?
Uygulama, hala adaletsizliği, hukukun üstünlüğü ilkesinin çiğnendiğini, ırkçılığın alabildiğine uygulandığını gösteriyor.
Bu manzaradan kimler utanmalı?
Yeter artık!
Artık akıllanmalı, yeniden İslam’a dönerek bu lanet ırkçılıktan kurtulmalı ve “kardeşler” olmalıyız.
www.cemalnar.com