“İlke ve inkılâplar” halka mı sorulmuş?
Melih Aşık, 22 Kasım Pazar 2009’da, bir “komplo” olduğu kesin olan Dersim olayını ve Seyit Rıza’nın bir an önce idam macerasını Çağlayangil’in Anıları’ndan aktarırken güya M. Kemal’in “mütevazi bir demokrat” olduğunu şu alıntı ile ispatlamaya çalışıyor:
“Kitabı okurken gözümüz bir başka konuya ilişiyor... Ankara’da Atatürk’ün isteğiyle Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü’nün geniş salonlarında halk için eğlenceler düzenlenmiş... Atatürk gece 12:00 sularında eğlenceye geliyor. Önce genel müdürün odasına alınıyor. Daha sonra halkın arasına iniliyor... Kalabalık Atatürk’ün çevresine toplanıyor. Bir sohbet başlıyor. Derken bir genç adam diyor ki:
“- Paşam, siz gelmeden önce ne güzel eğleniyorduk, dans ediyorduk...
“Atatürk: Konuşmayı ben istemedim ki, siz istediniz, ama oya koyarız, diyor. İstek oya konuluyor. Çoğunluk sohbetin sürmesini istiyor..
“Konuşmalar sürüyor. Kılıç Ali, Celal Bayar gibi şahsiyetler de orada. Derken biraz önce ‘Sohbetin bitmesini, dansa dönülmesini’ isteyen genç bu talebini tekrarlıyor. “Atatürk isteği tekrar oya sunuyor. Bu defa dansa dönülmesi kabul ediliyor. Sohbet bitiyor...
“Atatürk için diktatör denir. Siz bırakın diktatörü, bir demokrat liderde böylesi tevazu gördünüz mü?” (Melih Aşık, Milliyet, 22 Kasım 2009)
Dans, oyun ve eğlencede mütevazi demokrat diye sunulan M. Kemal, 7 Ocak 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile dini eğitim veren medreseleri kapatırken, hiç de oylama yapmamış, kimseye sormamış! Hilafet ve Vekâlet-i Şer’iyye 3 Mart 1924’te kaldırırken de...
8 Nisan 1924’te Adlî Teşkilât Kanunu ile şer’î mahkemeleri lağvederken de…
25 Kasım 1925 tarihinde, 671 sayılı Şapka İktisâî Kanunu (Şapka giyileceğine dair kanun) çıkarıp, muhalefet edenler idam edilirken de, kimsenin görüşüne müracaat etmemiş.
30 Kasım 1925’lerde tekke, zaviye ve türbeleri kapatırken; tarikatları ve dinî kisveleri yasaklarken de...
Yine 1926’da, Müslümanların alkollü içki satması serbest bırakılırken; “Heykel ve resimlerim, kamu kurum ve müesseselerine konsun mu, konmasın mı” diye oya sunmamış.
28 Mayıs 1927’lerde, hükûmet kararıyla, kamu binalarındaki tuğralar ve Kur’ân harfleriyle yazılmış olan kitabe ve yazıların kaldırılması kanunlaşırken de sormamış.
3 Şubat 1928’de ilk Türkçe hutbe Yerebatan Camii’nde okutulurken ne hafızlara, ne hocalara, ne müftülere, ne sahanın uzmanlarına, ne de halka sormuş.
3 Nisan 1928’de, Anayasanın ikinci maddesi olan, “Bu devletin dini, din-i İslâmdır” ibaresini çıkarırken de oylama yapmamış.
1 Kasım 1928’de İslâm dininin kaynağı olan Kur’ân harflerini, Harf İnkılâbı adı altında; 1 Ocak 1929 tarihinde, Arapça harflerle dilekçe yazılmasını ve kitap basılmasını yasaklarken de oya sunmamış. Ulema tamamen bertaraf edilmiştir.
22 Ocak 1932’de çıkarılan bir kanunla, bütün camilerde ezanın Türkçe okunması yalnız başına kararlaştırılır. 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camii’nde Türkçe okunmaya mecbur edilir.
6 Şubat 1933’te de resmî bir emirle yurt sathında, bütün camilere, mescidlere Türkçe ezan okunması mecburiyeti getirilirken de sorulmamış, oylama yapılmamış. 25 Kasım 1934’te, 2590 sayılı, “Efendi, bey, paşa, hanım, hanımefendi, hacı, hoca, molla, hazret...” gibi lâkap, ünvan ve kelimeler yasaklanırken de oylama yapılmamış.
Ve laiklik ilkesi, 1937’de Anayasa’ya sokulurken, oylama yok, sormak yok, halkın temâyülünü almak yok!
Peki, bu nasıl bir tevazu ve bu nasıl bir demokratlıktır?
Bir şey daha: “Ankara’da Atatürk’ün isteğiyle Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü’nün geniş salonlarında halk için eğlenceler düzenlenmiş...” diyor.
İşi varken resmî dairelere sokulmayan, alınmayan vatandaş, genel müdürlüğünün salonuna eğlence için nasıl alınmış ki?
Bunlar gerçekten halk mı; rejimin dalkavuk bürokratları mı?
Ama, belki de halk ciddi meseleleri düşünmesin diye, onu dansa, eğlenceye, oyun ve sefahete alıştırdılar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.