Fedakârlık duygusunu yok mu ettik?
İslamın ilk yıllarıydı... İlk savaşlardan biri zaferle bitmişti, ama meydanda yaralılar vardı...
Sahabelerden biri, kalan birkaç yudum suyunu, “su.. su!” diye inleyen yaralı bir dindaşına içirmeye koştu. Yaralı, tam suyu içmek üzereyken, yan taraftaki yaralıdan bir ses geldi:
“Su... Lütfen bana su verin!”
Sesi duymasıyla, kırbayı itmesi ve “Ona götür, suyu din kardeşime içir, onun benden daha çok ihtiyacı var” diye fısıldaması bir oldu...
Bu kez su ikinci yaralıya gitti... O da tam içecekken, az öteden benzer bir inilti daha geldi:
“Yanıyorum, su!.. Bir yudum su!”
Dudaklarını su kırbasının ağzından hemen çekti:
“Suyu kardeşime götür” dedi, “ben susamadım.”
Halbuki az önce kendisi “su... su” diye inliyordu.
Ve kırba neredeyse tüm yaralı Müslümanları dolaştı...
Ama herkes din kardeşinin suya kendisinden daha fazla muhtaç olduğunu düşündüğünden, kimse içmedi. Onların pek çoğu da şehit oldular... (Hepsine rahmet olsun).
Bunu okuduğumda nevrim dönmüş, “fedakârlık” deyip geçtiğimiz müthiş duygunun zaman zaman şefkatle, sevgiyle, hatta aşkla ve imanla nasıl buluştuğunu birden fark etmiştim...
Ardından “nereden nereye” geldiğimizi kara kara düşünmek zorunda kalmıştım.
•
İslam orijinli sevgiyi, şefkati, aşkı, fedakârlığı; kısacası İslâm ahlâkini hayata en iyi yansıtan Osmanlılar, bu duyguları yaşamakta da eşsiz örnekler sergilediler...
Zaten Osmanlı Medeniyeti, özünde “insan” olan ve insanı “kâmil” noktaya ulaştırıp oradan Allah’a götürmeyi hedefleyen bir medeniyetti...
Devlet henüz kuruluş aşamasında iken, maneviyat önderi Şeyh Edebali’nin, devletin temeline yerleştirdiği “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” prensibi, Osmanoğlu’nun devlet hayatı boyunca geçerliliğini korudu... En dar zamanında bile, hangi inançtan olursa olsun, insanı incitmemeyi esas aldı... Her etnik kökenden ve inançtan insanı mutlu etmek için devletin tüm imkânları kullanıldı.
Henüz fetih süreci başlamadığı, yani fethedilip edilmeyeceği belirsizken, seferin serdarı (komutanı) İkinci Vezir Mustafa Paşa’nın, gemilerini demirlediği “Öküz Burnu”ndan karaya çıkıp inşa ve imar faaliyetlerine başlaması (Kanuni devri), “Adayı fethedemezsek çabalarımız boşa gidecek” diyenlere de, “Biz sadece Müslümanlara değil, tüm insanlara hayrımız dokunsun diye dünyaya gönderilmiş kullarız, adayı fethedeceğiz, ancak fethedemesek bile yaptığımız hayırlardan yine insanlar nasiplenecek” şeklinde bir cevap vermesi, sahabe fedakârlığının Osmanlı insanının yüreğine yansımasına güzel bir örnektir.
Tabii buna benzer kitlesel fedakârlıklar, bireysel fedakârlıkların ürünüdür...
Yani birey, gerektiğinde “öteki” insanlar için gözünü kırpmadan hayatını riske atacak “fedakârlık”lar yapmak üzere eğitilmiştir.
Meselâ Yıldırım Bayezid, bir gece yarısı, canını hiçe sayarak, Haçlılar tarafından kuşatılan Kosova Kalesi’ne gidiyor, Kale Komutanı Doğan Bey’e, imdadına geldiğini bizzat müjdeleyip cesaret verdikten sonra, dörtnala geri dönüyordu... (Bu akıllara durgunluk veren olay, “Yıldırım Bayezid” isimli kitabımızda detaylı olarak anlatılıyor, 0212 452 12 90)...
Yavuz Selim, Trabzon valisi iken, limanda maçulaya sıkışan ve ölmek üzere olan genç bir denizciyi kurtarmak için kendi canını tehlikeye atabiliyordu. (“Şehzâde Selim” ismiyle yayınlanan kitabımızda teferruat vardır, 0212 452 12 90)...
Kısacası, Osmanlı ceddimiz, kadını erkeğiyle cesaret ve fedakârlığı iç içe yaşıyordu.
Sonra ne olduysa oldu, fedakârlık duygularımız (hadi kibarlık olsun diye “öldü” demeyelim de) sekteye uğradı... Ama fedakârlık olmadan sevgiyi, sevgi olmadan aşkı, aşk olmadan duyguyu yaşatamazsınız...
Bunlar olmadan da insan olunmuyor!
•
Şu yakın zamanlarda Beşiktaş sahilinde sara nöbeti geçiren bir delikanlı denize düşmüş, ancak rıhtımda toplanan kalabalık, kameralar eşliğinde bağırıp çığırarak boğulmakta olan delikanlıyı seyretmeye koyulmuştu...
Muhtemelen şöyle bir ikilem içinde mantık yürütmeye çalışıyorlardı:
“Denize atlarsam ıslanırım, ıslanırsam üşürüm, üşürsem belki nezle, belki grip, hatta belki zatürree olurum... Bu soğukta ıslanmayı, nezle, grip, yahut zatürree olmayı göze mi alayım, yoksa tanımadığım bir delikanlının boğulmasına seyirci mi kalayım?”
Çoğunluk ıslanmaktan, nezle, grip, hatta zatürree olmayı göze almaktansa, bir gencin boğulmasına “seyirci” kalmayı seçti...
Sadece üniversiteli bir genç kız, olayı algılar algılamaz, ıslanmaktan, nezle, grip, zatürree olmaktan, hattâ ölme ihtimalinden çekinmeden denize atladı.
Sara nöbeti geçirdiği için kendinde olmayan delikanlıyı var gücüyle kurtarmaya çalıştı, ama maalesef muvaffak olamadı... Gücü yetmemiş, yetememişti.
Olayı televizyondan izlerken müthiş bir yalnızlık hissettiğimi hatırlıyorum. Bir toplumda fedakârların sayısı azalmışsa, insanlar kalabalık içinde bile yalnızlaşmış demektir.
Senin için hiç kimse hiçbir riski göze almıyor, en küçük bir fedakârlıkta bile bulunmuyor, hatta kılını dahi kıpırdatmıyorsa, kalabalıkların ne anlamı kalır?..
Birden kendimi çok yorgun hissettim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.