Bir mum da sen yak!
Hep şartlardan yakınırız... Zaaflarımızı, yenilgilerimizi, korkularımızı şartlarla izah etmeye çalışırız...
Biz aslında “iyi adam” olacağız, ama şartlar bırakmıyor...
Çocuklarımızı doğru düzgün yetiştireceğiz, ama sistem engelliyor...
Eşimiz aslında çok iyidir, ama çevresi kötü yapıyor...
Bence bu, sorumluluktan sıyrılma çabasıdır. Vicdanlarımızı rahatlatmaya çalışıyoruz. Bir de mağlubiyetimize mazeret uydurma gayretindeyiz! Çünkü aynı şartları yaşayıp paylaşan başka insanlar pekalâ şartların altında ezilmeden yaşayabilmekte, hedeflerine ulaşıp başarılı olabilmektedirler.
Daha açık ifade etmeye çalışayım...
Eğer Peygamberlerimiz şartlara sığınıp yakınsalardı, Hz. Âdem’in ömrü Cennet’ten çıkarıldığı için, Hz. Nuh’un ömrü tufana tutulduğu için, Hz. Yunus’un ömrü denize atıldığı için, Hz. Yusuf’un ömrü kuyuya itildiği için, Hz. İbrahim’in ömrü Nemrut’la, Hz. Musa’nın ömrü (onlara selam olsun) Firavun’la karşı karşıya getirildiği, Hz. Âlişan Efendimiz’in ömrü ise Ebucehil gibi bir düşmanla savaşmak zorunda kaldığı için...
Ve... Hz. Havva’nın ömrü yasak meyveyi yediği için, Hz. Asiye’nin ömrü Firavun’la evlendiği için, Hz. Hacer’in ömrü çölde aç-susuz bırakıldığı için, Hz. Meryem’in ömrü iftiraya uğradığı için yakınmayla geçerdi...
Hâlbuki içlerinde mevcut imanı ve iman eksenli aksiyonu harekete geçirip ortaya atıldılar: “Allah Kerim” diyerek olumsuz şartların üzerine yürüdüler...
Unutmayalım: Hz. İbrahim’i, Nemrud gibi, kendini “tanrı” sanan bir “gurur âbidesi” karşısında galip getiren Kudret, Hz. Musa’yı Firavun’un sarayında büyüten Kudretin tâ kendisidir!
Aynı Kudret, Efendimiz’in üzerine de tecelli edince, Efendimiz, bir süre önce kovulduğu Mekke’ye, muzaffer bir komutan olarak dönmüştü...
Çoğumuz günlük hayatımızda benzer tecelliler yaşarız, ama fark etmeden ıskalarız...
Halbuki peygamber kıssaları, idrakımıza yeni pencereler açan oluşlardır...
Bir bakıma her peygamber hayatın tümüne yönlendirilmiş bir ışık hüzmesidir...
Her biri, hayatın bir bölgesini aydınlatır...
Ancak tümünü idrak edebilenler, daha ışıl ışıl bir “Cadde-i Kübra”da yürümenin tadına varırlar...
Bunun tadına varanlar, her türlü olumsuz şartın, “Külli İrade”den beslenen “Cüz’i İrade” karşısında teslim olacağını ve engellerin ortadan kalkacağını bilir, yakınmak yerine çalışmayı seçen bir aksiyon içinde tüm olumsuzlukları dize getirmeye çalışırlar...
Allah da yardım eder, şartlar dize gelir...
Şartlar dize geldiğinde, olmazlar oluverir...
Örneğin Hz. Âdem’le Hz. Havva koskoca dünya yalnızlığında bir birlerine kavuşurlar, Hz. Nuh tufanı yener, Hz. Yunus sahili bulur, Hz. Yusuf kuyudan çıkar, Hz. İbrahim, Nemrut ateşine meydan okur, Hz. Musa, Firavun’u Kızıldeniz’de boğar, Hz. Âlişan Efendimiz ise Ebucehil’i yerle bir eder.
Yani dostlar, “Umut fakirin ekmeği” değil, yaşama gücüdür.
Yaşama gücünüzü kaybetmeyin ve şartlar karşısında asla teslim olmayın!
Gelelim masalımıza...
Mesel bu ya, bir odada dört mum hem ağır ağır yanıyor, hem de aralarında dertleşiyorlarmış...
Birinci mum: “Ben barışı simgeliyorum” demiş, “yani ben barışın mumuyum... Ama ne yazık ki, dünya savaş alanına döndü... Güçlü devletler gözlerine kestirdikleri güçsüz devletleri yutuyor... Masumları, mazlumları çıkarları uğruna katlediyorlar... Anlayacağınız misyonumu tamamladım; artık kimse benim yanık kalıp ışık saçmamı istemiyor...”
Birinci mumun alevi önce hazin hazin titremiş, sonra aniden sönmüş...
Bu kez ikinci mum alevini hafiften dalgalandırarak söze başlamış: “Arkadaşımız haksız sayılmaz” demiş, “hattâ aynı durum benim için de geçerlidir... Biliyorsunuz ben inancı simgeliyorum, yani inancın mumuyum... Hazin ki, günümüzde her şey parayla ölçülüyor... Madde mânâyı zayıflattı... Neredeyse herkes maddeci oldu... Üç kuruş için adam kesiyorlar... Bu duruma daha fazla dayanabileceğimi sanmıyorum; artık söneceğim.”
Konuşması biter bitmez esmeye başlayan hafif bir rüzgârın etkisiyle o da sönüvermiş. Söz sırası üçüncü muma gelince üzgün bir sesle söze başlamış: “Biliyorsunuz ben sevgiyim! Yanık kalmak için çok çabaladım, ama olmuyor; gücüm tükendi. İnsanlar çoktandır beni unuttular. Bir kenara fırlattılar. Aşkı, sevgiyi öldürdüler. En yakınlarını bile sevmiyorlar. Böyle bir dünyada yanıp duramam...”
Üçüncü mum da sönmüş.
Tam bu sırada bir çocuk girmiş odaya. Dört mumdan üçünün söndüğünü görünce, merakla yanlarına gitmiş: “Neden yanmıyorsunuz?..” diye sormuş mahzun mahzun.
Sönmüş mumlar cevap verememişler...
Bu kez çocuk odada yanık kalan tek muma dönmüş:
“Bunların yanmadığı yerde sen nasıl yanıyorsun?”
“Çünkü ben umudum” diye cevap vermiş, sonuncu mum; “umudun mumu hiç sönmez.”
Çocuğun yüzüne sımsıcak bir gülümseme yayılmış...
“Üzülme” diye devam etmiş sözlerine mum, “benim alevimle diğer mumları yakabiliriz. Böylece hepsi yeniden işlevlerini sürdürürler.”
Böylece barış mumu, inanç mumu, sevgi mumu tekrar yanmış...
Hani ne derler biliyorsunuz: “Karanlıktan şikâyet edeceğine bir mum da sen yak!”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.