Yılbaşı ve kafirlere benzemekten sakınmak...
Allah indinde tek hak din olan İslâm’a göre, hal, tavır ve sözlerimizle kâfirlere benzememek, hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız gereken mühim bir husus.
Henüz ezan meşrû kılınmadan önce, Peygamberimiz’in başkanlığında insanların namaza nasıl çağırılacağı konuşulmuştu. Namaz vaktinin bildirilmesi için çan çalınması, boru öttürülmesi veya ateş yakılması gibi şeyler teklif edildiyse de hepsi kâfirlerin âdeti olduğu için hiçbiri kabul edilmedi.
Güneşin doğduğu, battığı vakitlerde ve öğle vaktinden önce tam ortadayken namaz kılınmamasının sebebi o vakitlerde güneşe tapanların tapınmalarıdır.
Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, saç ve sakal boyamada bile kâfirlerin kullandığı renklerden kaçınmamızı emir buyurmuşlardır.
İbni Ömer radıyallâhü anh hazretleri, kâfirlere benzememek hakkında Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:
“Bir kimse, müşriklerin yaşadığı yerde ev yapıp (onlara karışıp) bayramlarına katılmak suretiyle onlara benzerse, kıyâmet günü onlarla beraber haşrolunur.” (Beyhakî, Essünenü’l-Kübrâ)
Bu durumda akla şöyle bir soru gelebilir:
Bugün, birçok kâfir ülkesinde ağırlıklı olarak da Avrupa’da birçok Müslüman yaşıyor. Dolayısıyla onlarla iç içedirler. Bu Müslümanlar da aynı tehlike içinde midirler?
Tabii ki hayır. Çünkü, yasaklanan ve kaçınılması gereken tehlike, söz ve tavırlarıyla kâfirlere benzemektir.
Hem zamanımızda hayat şartlarının getirdiği mecbûriyetlerden hem de onlarla diyalog yapmak için, Müslümanlar kâfirlerle zaman zaman bir arada bulunuyorlar. Bu sebepten, az da olsa bazı kimselerin kalblerinin onların inançlarına karşı yumuşadığı görülüyor. Azın azı da olsa, “Onların da dini var. Onlar da Allah’a ve bir peygambere inanıyorlar. Onlar da doğru yolda” diyenler oluyor. Bu, tehlikeli bir sözdür.
Böyle diyenler, “Onların inanıyoruz dedikleri kitapların değiştirilip, Allah tarafından gönderilen hak kitap olmaktan çıktığını” unutmamalılar. Kâfirlerin lehine söyledikleri böyle sözlerin kendilerini tehlikeye attığını da unutmamaları icap ediyor. Bu meselenin hafife alınacak cinsten olmadığına şöyle izah getirmeye çalışalım:
Bediuzzaman’ın, “Üstadım” diyerek hürmetini ifade ettiği İkinci Binin Yenileyicisi İmam-ı Rabbânî kuddise sirruh hazretleri şöyle buyuruyor:
“İki dini tasdik eden (ikisinin de hak olduğunu kabul eden) müşriktir. İslâm hükümleri ile küfrü bir araya getirmeye çalışan da müşriktir. Halbuki küfürden (İslâma zıt şeylerden) uzaklaşmak İslâm’ın şartıdır. Şirk tehlikesinden sakınmak, tevhiddir, (Allah’ı bir kabul etmekle olur).”
Allah’ı bir kabul etmek de, Allah’ın dininin -çeşit çeşit değil- tek olduğunu kabul etmekle olur.
2000 senesi Nisan ayında güneydoğudaki bir vilayetimizde yapılan Dinlerarası Diyalog toplantısında, Amerikalı bir Hıristiyan sözde kelime-i şehadet getirip Müslüman olmuş ve oracıkta haham, papaz ve müftünün huzurunda Müslüman bir hanımla nikahları kıyılmıştı.
Bu haber, “Bu bir devrim. Diyalogtan düğüne” diyerek gazetede büyük başlıklarla duyurularak, bütün dünya Müslüman olmuşçasına sevinç gösterisi yapılmıştı. Oysa aynı haberde, sözde Müslüman olan adamın, “Kendisini hem Hıristiyan hem Müslüman ilan ettiği” bildiriliyordu. Yani adam iki dini de aynı anda hak kabul etmekle, kendisini -İmam-ı Rabbânî hazretlerinin tarif ettiği- müşriklerden olduğunu ilan etmiş oluyordu.
Demek ki ortada sevinilecek bir şey yok üstelik bir felaket vardı. Müslüman olduğu ilan edilen kişi, Müslüman olmak şöyle dursun, eski hali olan Hıristiyanlıktan daha kötü bir felâkete düşmüş hem Hıristiyan hem Müslüman olduğunu söyleyerek müşrik olmuştu. Çünkü, Bediuzzaman’ın asırlar öncesi üstadı İmam-ı Rabbânî hazretleri, “İki dini tasdik edenin müşrik olduğunu” beyan ediyordu.
Hadiseyi tersine çevirip, bir insanın müşrikliğini allayıp pullayarak sunmanın vebal olduğu ise ortadaydı.
İmam-ı Rabbânî hazretleri, Hindistan’da yaşamış olan ve kaç asırda bir gelen büyük bir İslâm büyüğü. Oradaki Müslümanları, Hindûların İslâm dışı faaliyetlerine karışmamaları için çok çalıştı. Bu konuda şöyle buyuruyor:
“Hindûların önem verdikleri belli günlere hürmet ve Yahudilerin âdetlerine uymak, küfrü gerektirir (insanı küfre düşürür). Müslümanların câhilleri bilhassa kadınlar, kâfirlerin belli günlerdeki merasimlerine katılmaktadırlar. Bunları kendileri için bir bayram kabul edip, kızlarının ve kardeşlerinin evlerine onların yaptığı gibi hediyeler gönderiyorlar. Böylelikle o merasime tam mânâsıyla ilgi ve alâka gösterip benimsiyorlar.” (Mektûbât, 3/41)
Meseleyi bu şekilde ortaya koyan mübârek zat, bunun sonunun şirk ve küfür olduğuna işaret ediyor.
Bu satırları kaleme almamızdaki gaye, din kardeşlerimizi yılbaşı denilen Hıristiyan âdetine karışıp katılmamaları için uyarmaktır. Yılbaşı, sadece bir takvimin bitip diğerinin kullanılmaya başlanmasından ibarettir…