Terörün kucağı
Yılların ihmali ve birikimiyle ateşlenen terör alevi bütün Türkiye’yi tehdit ediyor. Terörün bu seviyeye gelmesi elbette bu günün meselesi değil, ama problemin kaynağını ve çıkış sebebi iyi tesbit edemezsek, teşhis noktasında da yanlışlara düşeriz.
Nitekim, Türkiye’yi idare edenler vaktinde ve zamanında doğru teşhis koyamadıkları için ‘tedavi’de de yanlış yapıyorlar. Herkesin bildiği gibi, terör konusu gündeme geldiğinde en önce Güneydoğu’nun maddî anlamdaki geri kalmışlığı ve fukaralığı konuşuluyor. Bölgenin Türkiye ortalamasına göre maddî anlamda geri kaldığı doğrudur, ama terörü sadece bu sebeple açıklamaya çalışmak ve çözüm üretirken de bu noktadan hareket etmek bizi doğru noktaya götürmez.
Probleme çare sunmak için başlatılan “demokratik açılım” da aksıyor, çünkü bu çalışmalarda “din”in etkisi yeterince yer almamış...
Risale-i Nur Enstitüsü’nün düzenlediği seminerde konuşan sosyolog Müfit Yüksel, bu konuları yorumlarken “Kürt sorunu”nun temelde bir “dinî etkisiz bırakma sorunu” olduğuna işaret etti. Elbette bu tesbite de itiraz eden ‘seküler laikler’ olacaktır. Ama itirazlarla tarihî hakikatlerin değişmesi mümkün değil. Değerli konuşmacı Müfit Yüksel’in dikkat çektiği noktalardan biri de, ‘din adına’ hareket ettiğini ileri süren bazı kişilerin beslendiği kaynağın yanlış olması. Konu iyi tahlil edildiğinde, ülkemizde Risale-i Nur varken ve bilhassa bu konularda tahşidat yapmışken; bazı ‘dindar’ kişilerin ‘yabancı yazar’lardan beslenmesi tesadüf olabilir mi? Türkiye’nin gerçeklerini bilemeyen kişilerin sunduğu ‘çare’ler bizdeki devasa problemleri halletmeye yeter mi?
Malûm olduğu üzere Bediüzzaman’ın dikkat çektiği konulardan biri de “Doğru İslâm ve İslâmiyete lâyık doğruluk” kavramıdır. Bu tesbitin sadece Avrupa için yapıldığını da düşünmemek lâzım. Bitlis’te doğan ve bölgenin şartlarını çok iyi bilen, eserlerinde de çareler sunan Bediüzzaman Said Nursî ile o bölgede yaşayanların bağı koparılmamış olsaydı belki de bugünkü duruma gelinmezdi. Yüksel bu duruma da dikkat çekti ve asıl kopuşun Üstad Bediüzzaman’ın ve diğer âlimlerin bölgeden sürgün edilmesiyle yaşandığını hatırlattı. Hilâfetin kaldırılması, medreselerin kapatılması ve âlimlerin de sürgün edilmesi sonrasında meydan kime kaldı? Tabiî ki dinden uzak, ‘seküler aydın’lara... Buna ilâve olarak ‘dindar’ geçinen bazı isimlerin de “doğru İslâm” yerine “siyasal İslâm”ı tercih etmesi, bölge halkının dindarlarla da arasının açılmasına sebep oldu.
Başlangıcı bir kaç yüzyıl öncesine dayanan bir yanlışı bir anda ve bir günde düzeltmek elbette kolay değil. Fakat, kopuşun ve çöküşün ‘maneviyat’ olarak özetlenebilecek yapının ihmal edilmesinden kaynaklandığını bilirsek, meselenin halli mümkün olur.
Adına ister ‘demokratik açılım’, ister ‘Kürt sorunu’ densin; bu problemin temelinde halkın dinî değerlerden mahrum bırakılması vardır. Tedavi yolu da yine İslâmî bilgiyi çağın anlayışına uygun olarak yorumlayan ve ortaya koyan Risale-i Nur eserlerindedir. Ortaya konulan bu çareye uygun politikalar geliştirilirse terörün sebep olduğu yara kapanır, birlik ve beraberlik pekiştirilir.
Keşke devrinin ve şimdinin yöneticileri Said Nursî doğru anlayabilselerdi...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.