'Tebbet yedâ!'
Ağca, cezasını çekip tamamladı ve tahliye oldu. Bazı yazar ve basın kuruluşları "serbest bırakıldı, salıverildi" diyerek mânidar imâlarda bulunup, ardı sıra iri iri entel lâflar yuvarlayarak kahırlanıyorlar.
Merhum İpekçi'nin ölümünü akşam haberlerinde öğrendiğim gün, "eyvah" diyerek oturduğum yere nasıl yığılıp kaldığımı dün gibi hatırlıyorum: O gün, Türkiye'nin nereye doğru gittiğini galiba hepimiz hissetmiş ve ürkmüştük.
1 Şubat 1979 günü Abdi İpekçi'nin katledilmesi, Türkiye'nin adetâ ödünü yarmıştı. Terör böyle bir şeydir işte; bu haber hemen herkese, "Aman ya Rabbi, bundan sonra her şey olabilir, kaosa sürükleniyoruz" ürküntüsünü bulaştırdı. Nitekim gazeteci İlhan Darendelioğlu 19 Kasım 1979'da, Ortadoğu Gazetesi yazarı İsmail Gerçeksöz 4 Nisan 1980'de, Ümit Kaftancıoğlu 11 Nisan 1980'de, eski Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak 27 Mayıs 1980'de, 12 Mart döneminin ünlü Başbakanı Nihat Erim 19 Temmuz 1980'de, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler 22 Temmuz 1980 tarihinde "bilinen" veya bilinmeyen kişilerce vurulup öldürüldüler.
12 Eylül günü mâlum darbe oldu; öyle paniklemişti ki ahali, "oh" dediler. O cinayetler, bize "oh" dedirtmek için mi işlenmişti? Hiç şüphe yok! Hiç şüphe yok!
Ağca böyle bir adam; "iler-tutar yanı" kalmamış, neticede adım başına Mesihliğini, Mehdiliğini ilân edenlerin kuyruğa girdiği bir hastalıklı mantık ikliminde işi Mesihliğe, İncil yazarlığına vurmuş birisi; ne var ki bu ülkede huzur isteyen, evine her akşam sâlimen aş-ekmek götürmek isteyen herkese vicdânen ve maddeten borçlu bir adam.
Ama bir dakika! Bu adam durup dururken salıverilmedi, serbest bırakılmadı; bu adam infaz kanunlarına göre cezasını bitirdi, tüketti. Vicdanımız razı gelmese de aynı suça birden fazla ceza veremiyorsunuz. Dört sene önce tahliye edildiğinde, gariptir, infaz memurları, "yanlış hesap yaptık" dediler, dört yıl daha yattı. Mâhut 367 meselesinden sonra hukuk tarihimizin nadir kaydettiği vakalarından biridir bu.
Ağca'yı sevmiyorum; bu adam bana, vaktiyle serseri mayın gibi yalpalaya yalpalaya gezen o kayıp kuşağın zavallı çocuklarını hatırlatıyor; bu duyguya en son merhum Hrant Dink'in katli davasının iddianamesini okurken kapıldım; daha doğrusu dehşete kapıldım demeliyim. Neredeyse bando-mızıka refakatinde nâmertçe işlenen, azmettirilen bir cinayet Dink'in katli. Hrant hariç belki herkesin haberdar olduğu bir cinayet kumpasını fark edince irkiliyorsunuz. Çok basit birkaç tedbirle önlenebilecek cinayet sadece seyredilmiş! İnsanın kanı donuyor okurken...
İddianamenin satır aralarında insanın içine kıymık gibi batan delikanlı hikâyeleri var. Saf deseniz değiller, nasıl olup da çocukça bir naifliğin sürüklediği suç makineleri haline gelebilmişler? Kısacık ömürlerinde doğru dürüst bir işe yaramamış, ekmek parası kazanamamış ellerine kimler, hangi büyük lâflar savurarak kan bulaştırmış? Nasıl bir ülkedir burası?
Meseleyi ano nimleştirerek sorumluları savunmak veya perdelemek gibi bir niyetim yok. Sokaklarımızda hâlâ sayısı bilinmez Ağca'lar dolaşıyor; oradalar işte, görüyorum. Kulaklarına büyük lâflar üflenip, ellerine Lâz yapısı çakaralmazlar tutuşturulunca tek başına memleketi kurtaracağına inandırılan pek çok acınacak çocuk. Biz onları ancak "kaatil" sıfatına büründükten sonra nefretle işaretleyerek kinimizi kusuyoruz. Bâ'de harab'ül Basra!
Bulup bir yerden okuyun şu iddianameyi, neyi kastettiğimi belki daha iyi anlarsınız.