Karla karışık Ankara halleri
“İstanbul’da kar” olur da Ankara’da kar olmaz mı? Karlı bir İstanbul sabahının erken saatlerinde Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan THY ile Ankara’ya gidip geleceğim tuttu.
Her yerde kar vardı. Haliyle havaalanı da öyleydi. “Uçak kalkmaz” diye yolcular kendi aralarında söyleşirken, yarım saatlik rötar haberi çığ gibi düştü. Yarım saatlik rötarlar, sıradan gecikmelerdir. Yolcu gecikirse affedilmez de uçak gecikirse normal sayılır. Yalnız bütün bunları THY’nin ülkemizdeki en iyi havayolu olduğunu bilerek sineye çekmek gerekir.
Neyse, uçağa bindik. Sevdiğim dostlar, arkadaşlar ve simalarla karşılaştım. Burç FM Genel Müdürü Bünyamin Şen, müzik ve sinemada başarılı projelere imza atmış, Özhan Eren, TMSF eski Başkanı Ahmet Ertürk gibi güzel insanlar vardı.
Kemerleri bağladık, telefonları kapatıp oturduk ve artık anons bekliyorduk. Beklenen anons geldi. Kaptanımız mikrofondan seslendi -eğer bir uçakta kabin amirleri veya görevlilerden önce kaptan mikrofonu kapmışsa, problem var demektir-: “Sayın yolcular, İstanbul Ankara uçuş süremiz 45 dakikadır. Kalkış sırasında altıncıyız, iki saat sonra motoru çalıştıracağız.” Uçağın mevcudu kaçtı bilmiyorum ama herkes en azından 3 dakika ciddi bir sessizlik yaşadı. Sessizliği sessizce bozarak Bünyamin Bey’e; “Bugün 1 Nisan mı” diye sordum, “Hayır” dedi. “O zaman ne diye pilot şaka yapsın” dedim. “Bu işin şakası olmaz ki” dedi. “Şaka değilse ne?” sorusu havada kaldı.
Şaka olmadığı anlaşılınca herkes anonsu hafızasından tekrarladı: “İstanbul-Ankara uçuş süremiz 45 dakika, kalkışta 6. sıradayız, iki saat sonra motoru çalıştıracağız.”
İşte bu ikinci tekrardan sonra gürültü koptu. Yani iki saatten fazla uçak içerisinde oturacaktık. Bu sürenin üç saat olacağı kesine yakındı. İnenler, binenler, gidenler, gelenler derken; çaresiz zorunlu uçak ikametine başlayıp, memleket meselelerine daldık.
Hava muhalefeti ve buzlanmaya karşı uçağa uygulanan teknik işlemler sırası bize gelip, gerekenler yapıldıktan sonra Ankara’ya gidebildik. Randevular, görüşmeler, planlar alt üstü oldu tabii. “Nasipse gelir Hint’ten Yemen’den, nasip değilse ne gelir elden, her şeyde bir hayır vardır ve kim bilir bu olup bitenler, nerede nasıl bir dengeye sebep ki, biz bunları yaşadık” diyerek işimize baktık.
Bir dost ziyareti için devlet kurumlarından birine gittik, misafir karşılama yerinde oturuyoruz, ellerinde kağıt kalem, bir erkek, bir hanım; içeri giren, dışarı çıkan memurları sürekli hesaba çekiyor. Meslek hastalığı işte, “Geleni gideni niye böyle tehdit ederek konuşurlar” diye, kılık ve kıyafetleriyle memur olmayan o iki kişinin yanına dikildim.
Meğer genel greve kimlerin katılıp katılmayacağını, katılmayacaklarsa sebebini sorguluyorlarmış. Konuştukları kişilerin ad soyadını alıyor ve çalıştıkları birimi öğreniyorlardı. Adam gibi adam birine de sordular aynı soruyu ve şu cevabı aldılar:
“Siz Tekel işçilerine veya arkadaşlarınıza hizmet etmiyorsunuz, sendika ağalarına hizmet ediyorsunuz. Onlara hizmet edeceğinize, memleket ve millete hizmet edin. İşe girerken kırk dereden su getirirsiniz, olmadık torpiller bulursunuz, hangi iş tarif edilse onu yapmaya razı olursunuz, sırtınız elbise, cebiniz para görünce de ‘devletin malı deniz’ dersiniz.
Sizi sokaklara dökenler, Ergenekonculara ve darbecilere haber gönderip, ‘Merak buyurmayınız efendim, işçiler ve memurlar bugün genel grevdeler, dediğiniz ve emir buyurduğunuz gibi ülkede kargaşa, kaos ve anarşi çıkarmaya devam ediyoruz’ deyip mükafatlarını alacaklar. Şimdiye kadar işçiyi-memuru sokağa döken malum sendika ağalarından hangisinin oğlunu, kızını, yakın akrabasını ve kendisini sokaklarda gördünüz.”
Galiba hiç beklemedikleri bir kayaya çarpmışlardı. Sessizce çekilip gittiler. İstanbul’da hava nasıldı bilmiyorduk ama Ankara’da çok güzel kar yağıyordu ve devletini milletini seven böylesine şerefli insanlara da şahit oluyorduk. Karla karışık Ankara devam edecek.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.