Öngörülmüş bir iletişim kazası!
Zaman zaman konuşmacı olarak davet edildiğim toplantılarda, davet sahiplerinin veya dinleyicilerden bazılarının ses alma cihazıyla, kamerayla konuşulanları kaydettiğini görünce aklıma hep, "bunlar günün birinde cımbızlama usulüyle yırtma-yapıştırma yapılıp rezalet çıkarsın diye sağda solda yayınlanabilir mi?" endişesine düştüğüm olur; sonra içinde bulunduğun ortamın samimiyetine güvenmeyi tercih ederim. Bu endişe, anlaşılması gereken bir tedirginliktir, çünkü örnekleri hiç de az değil doğrusu.
Bir sohbet esnasında, bir ders esnasında, özel bir mecliste konuşulan şeyler kamuoyuna hitaben söylenmiş sözler değildir. O tür konuşmaların en büyük özelliği ve cazibesi, sözün sıcaklığıdır ve o ortam içinde, o an için irticâlen biçimlenmiş bir yüksek sesli düşünce ürünü sayılmasıdır. Bazen sert bir hüküm cümlesinin gerekçesi iki sayfalık bir konuşma metninde izah edilir; konuşmanın akışı içinde siz muğlak yer bırakmadığınıza güvenirsiniz ancak konuşma metin haline getirilip aradan önemli olanlar ayıklanarak yan yana getirildiğinde mânâ farklı görünür.
Zannederim İlber Ortaylı'nın başına gelen iletişim kazâsı da mahiyet itibarıyla yukarıda anlattığım süreçle benzeşiyor. Kendisiyle dün öğle saatlerinde telefonla görüştüm: "Güvenilir bir ders ortamında olduğunuzu farz ederek rahat konuşursunuz, fakat orada gazetecilerin de bulunduğunu öğreniyorsunuz sonradan" diyor. Kabul etmeliyiz ki bu, sevimsiz bir durum. Bir gazeteci, dinleyici veya haberci sıfatıyla böyle bir derse davet edilmişse elbette hadisenin haber kısmına yoğunlaşacak, kendince çarpıcı, sansasyona yol açıcı unsurları öne çıkararak pek de uzun olmayan bir haber metni koyacak ortaya. Editörler zaten uzun metin düşmanıdır, "Bizim okuyucu tuğla gibi sıkı dizilmiş, boşluksuz, kunt ve uzun metinler sevmez. Kısaltabileceğiniz kadar kısaltın" diye dayatırlar. Özellikle genç muhabirlerin en zorlandığı fasıl, bir metni, özünden hiçbir şey kaybettirmeden yarıya, üçte bire kadar kısaltabilmektir. Muhabirlerin genellikle bocaladığı işi oturur haber editörleri yaparlar ve layıkınca özetlenmemiş bir metin, pekâlâ muradını aşmış bir yere yönlenebilir.
Öyle bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor!
-Meselâ Türklerin askerlikten başka sanattan anlamadığı yolundaki sözleri ele alalım, diyor İlber Hoca. "Evet öyle, ama o sözün evveli ve sonrası, bir zemini var; o zemin şudur: Bizim dünya çapındaki sanatçılarımızın çoğu genellikle askerî sistem içinde yetişerek kabiliyetlerini geliştirip parıldamışlardır. Mimar Sinan, askerî sınıf içinden yetişmiş bir dehâdır ve makam rütbesi bugünün orgeneraline denktir. Bu anlamı destekleyen bir tesbittir o."
Bir bütünlük, lüzumundan fazla kısaltılıp makasa geldiğinde ortaya ya komedi, ya sansasyon çıkıyor; dünyanın en sıkıcı filmini üç kat daha hızlı oynattığınızda anlamı değişiverir. İlber Ortaylı gibi saygı ve itibar gören bir şahsiyetin iki saat boyunca söylediklerini yarım A4 hacminde özetlerken gerekli editörlük hassasiyeti gösterilmeliydi diye düşünüyorum.
Alın meselâ, "Ordunun siyasete karışması kaçınılmazdır, bu tarihsel bir gerçekliktir" cümlesini; biraz sosyal ilim ve hassaten tarih okumuş herkes, bu cümlenin darbeyi ve darbecileri haklı göstermek için değil, Yeniçeri ayaklanmalarından bu yana askerlerin siyasetle nasıl iç içe biçimlendiğini hatırlatmak için söylendiğini anlar; bu cümlenin izahı ise belki on-onbeş dakika süren bir konuşmayla desteklenmiş olsa gerektir; halbuki bir haber metninde sadece kısaltılarak ucu sivriltilmiş hüküm cümlelerini görüyoruz.
Ne oldu şimdi, İlber Hoca'yı darbeci mi ilân edeceğiz? Yok daha neler!.