Ellerimle büyüttüğüm, emeğimle yetiştirdiğim
Önceki gün misafir olduğumuz geniş bir aile meclisinde, hukuk fakültesi birinci sınıfına giden bir kızımız da vardı. Babası, annesi, kardeşleri ve kendisi; hemen her insanın özlediği mütedeyyin bir çizgideydi.
Bütün aile iyi yetişmiş insanlardan müteşekkildi. Topluma ve devlete hizmette, komşu ilişkilerinde, mahallelerinde, okullarında hemen herkese; “işte aile ve insan böyle olmalıdır” dedirten, denilen ve istenen bir aile fotoğrafına sahiplerdi.
Hukuk fakültesine giden kızımıza dedim ki, “Sen savcı olmalısın, beden dilin ve diyalog biçimin savcı olmaya çok müsait.” Meğer yarasını deşmişim, “O konuda yaram var” dedi. “Henüz yolun başındasın, savcı olmana bir engel mi var” diye sordum.
Bazen saflığım tutar, soruyu o kadar masum sormuştum ki, tabii başörtüsü hiç aklıma gelmedi. Kızımız soruma cevap vermedi ve sadece; “Saf mısın Hüseyin amca” diye baktı.
Öyle ya başörtülü avukatları bile mahkemeye sokmadıklarına göre, bir de savcı olur mu?
Doğrusu o anda başörtüsü hiç aklıma gelmedi. Anne düzgün, baba düzgün, diğer aile bireyleri düzgün, kimsenin tavuğuna kişşt, köpeğine hoşt demiyorlar. Kimsenin malında gözleri yok, hatta bırakın gözleri olmasını, yolda kalana, aç ve açıkta kalana, yok yoksula yardım eden bir aile. Yani tam da bu ülkenin istediği bir aile.
Peki, o zaman devletimize böyle bir aileden nasıl kötülük gelebilir ve kime ne zararları olabilir? Çiçeği burnunda ve yolun başında bir insanın geleceği, sırf değer yargılarına sahip çıkmasından ve onu yaşamak istemesinden dolayı nasıl karartılabilir?
Yerini yurdunu bilen, devletin malını milletin malı sayan ve bu sebeple de devlete hizmeti, millete hizmet kabul eden insanlardan, 700 yıl Osmanlı’ya, 80 yıldır da devletimize bir zarar gelmiş midir? Yoksa bu ailelerin sayesinde mi hâlâ ayakta kalmaya devam ediyor? İnsan biraz olsun devletin yükünü kimlerin çektiğine bir bakar.
Ülkemizin başına gelen bütün savaşlarda, deprem ve benzeri tüm felaketlerde, memleketin ve milletin yarasını saran insanlar, bu yaraları sararken; bütünüyle vicdanları, dini ve milli inanç değerleriyle sarmadı ve sarmıyor mu? Bu duygu ve düşüncedeki insanlar olmasaydı, ne İstiklal Savaşı kazanılırdı ve ne de bugüne kadar başımıza gelen onlarca felaketin altından kalkabilirdik. Geçelim.
Hukuk fakültesine giden bir kızımızın duygularından yola çıktıysak da aslında binlerce kızımızın, oğlumuzun geleceğine dair kararları; anne, baba ve çocukların vermemesi kadar büyük bir acının olamayacağını anlatmaya çalıştık. Yani benim yetiştirdiğim çocuğumun nerede ve nasıl okuması gerektiğine ben değil, başkalarının karar vermesi hakikaten çok acı.
Peki, o zaman, bu nasıl bir eğitim fırsatı, eğitim eşitliği ve insan hak ve özgürlüğüdür? Binlerce meslek lisesi öğrencisi ve aileleri, nasıl bir psikoloji içerisinde bilen var mı? Onları düşünen ve anlayan var mı? Gelişmiş ve gelişmemiş bütün dünya ülkeleri bize gülüyor. Ayıptır yahu.
Yani baba ya da anne, oğlunu motor meslek lisesine göndermek istiyor, çocuk da öyle istiyor. Çocuk okulunu bitirdiğinde ise istediği bir fakülteye gitmek istiyor. Bir vatandaş için bundan daha doğal bir hak olabilir mi? Olamaz. Bu gençler ve aileleri, bu devletin vatandaşı değil mi? Evet vatandaşı. Her yurttaş gibi bunların da hakları yok mu? Var. Allah… Allah…
Her vatandaş devlete karşı vazifelerini yapmakla yükümlü müdür? Evet yükümlüdür. Pek ala pek güzel. İyi. Hoş. Ama iş okumaya, öğrenime gelince; “Dur bakalım! Oraya gidemezsin, burada okuyamazsın, şunu yapamazsın, bunu yapamazsın?” “Neden”?
Aklıselim bütün insanlar bu “Neden” sorusunun cevabını vermelidir. Devlet benim, çocuk benim, devlet benimle yaşayacak, ailem benimle yaşayacak, bu toplumun bir ferdiyim, her yurttaş gibi haklarım var, hukuk karşısında eşitliğe sahibim ama çocuğum istediği okulda okuyamayacak. Ona başkaları karar verecek. “Yapmayın ya! Peki kim ve ne adına”?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.