Susma Anlat
Bu günlerde sistem temellerinden sarsılıyor, yapılan bir çok haksızlıklar ve zulümler bir bir açığa çıkıyor, kendini yarı tanrı görerek toplumu aşağılayan kişi ve kurumlar derin yaralar alıyor.
Halkın yüreğini kanatan bütün bu acı durumlar yerini bir sevinç ve rahatlamaya bırakmaktadır. Halk olaylara bakarak yeniden yapılanma ümit ve gereğini haykırmaktadır.
Tam da bu ortamda aydınlar, öğretim elemanları, öğretmenler, vaizler, müftüler, hukukçular, yazar çizerler, sanatçılar,siyasetçiler, yani top yekun bilenler, bilgilerini anlatmak, yazmak, yorumlamak ve halka yol göstermek durumundadırlar.
Halka düşen de güçlü bile olsalar zalim ve zorbaların yanında olmak değil, zayıf da olsalar hakkın ve hukukun üstünlüğü ilkesini savunanların yanında olmaktır. Yanında ve destekçisi…
Bilgi mukaddes bir emanettir. Onun ilk sorumluluğu gereğini yapmak, ikinci sorumluluğu da bilmeyene anlatmak, öğretmektir.
Allah Teâlâ bir âlime bir ilim ihsân edince, bütün Peygamberlerden aldığı gibi, ondan da şu sözü alır: “İlmini, lâzım olduğu zamân söylemekten çekinmeyeceksin.”
Tabi bu sözü verenler, bu ilmi lâzım olduğu zaman muhtaçlarına söylemezlerse, kıyâmet günü ağızlarına ve boyunlarına ateşten gemler vurulacak, tasmalar takılacaktır.
Çünkü Allah Teâlâ kitabında “Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarlarsa, Allah’ın ve la’net edenlerin la’netleri, bunların üzerine olur!” meâlinde bir çok ayet bildirmiştir. Bu ayetler müdâhane etmenin harâm olduğunu açıkça göstermektedir.
Müdâhenenin, yani yağcılığın zıddı, gayret ve salâbettir. Salabet, yani dayanıklı, dirençli, metin ve kuvvetli, gerekirse sert ve katı olmaktır. Dinde, gayret ve salâbeti olanların malları, canları, sözleri ve yazıları ile Allah rızâsı için çalışıp cihat etmeleri lâzım olduğu, kaç ayetle Kur’an-ı Kerimde bildirilmektedir.
Hadîs-i şerîflerde “çok acı olsa da, hakkı söylemeye” teşvik buyrulmuştur.
Kendisine veya başkalarına zarar gelmesi korkusundan dolayı iyiliği emir ve haramı men etmek mümkün olmaz da susulursa, böylesi susmalara, “idare etme”, yani “müdârâ” denir.
Kalbiyle haramı men etmek istediği hâlde fitneye fırsat vermemek için susarak müdârâ yapmak, câizdir. Hattâ, bu durumda sadaka sevâbı bile elde edilebilir. Belayı def için müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır.
Ama müdara yapacağım diye dinin hükümleri asla değiştirilmez. Yani haram helal, helal da haram kılınamaz. Dolayısıyla din anlatılırken, davet ve tebliğ yapılırken asla müdahane ve müdara olmaz.
İmâm-ı Gazâlî buyurur ki: “İnsanlar üç kısmdır: Bir kısmı, gıdâ gibidir. Herkese, her zamân lâzımdır. İkinci kısmı, ilâc gibidirler. İhtiyâç zamânında lâzım olurlar. Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyâç olmaz. Fakat kendileri insanlara müsallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, müdârâ etmek lâzımdır.”
Müdârâ, yerine göre câizdir. Bazen müstehab da olabilir. “Evinde, zevceye müdârâ etmeyen kimsenin râhatı, huzûru kalmaz” denilmiştir.
Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve selleme, bir müsâfir geldi:
- İçeri alınız! O, kötü bir insandır, buyurdu.
İçeri girince, onunla tatlı ve neş’eli konuştu. Gidince, bu yumuşak konuşmasının sebebi sorulunca:
- Kıyâmet gününde en kötü yerde bulunacak kimse, dünyâda zararından korunmak için ikrâm olunandır, buyurdu.
Hadîs-i şerîfde utanmadan, arlanmadan ve sıkılmadan açıkca harâm işleyen kimseyi gıybet etmenin câiz olduğu bildirildiği gibi, şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmenin de câiz olduğu bildirilmiştir.
Fakat müdârâ başka, müdâhene başkadır. Müdârâ, dîni veyâ dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfaatinden vermektir. Müdâhene ise dünyâ elde etmek için dinden vermektir.
Zâlime müdârâ ederken dikkat etmek gerektir; ne kendisi, ne de zulümleri asla övülmez.
Çağımızın vebası olan yağcılıktan kurtulmak, ciddi bir kişilik kazanımı gerektirir. Allah Teâlâya kulluk ile kişilik kazananların bu tür zilletlere ihtiyacı yoktur.
www.cemalnar.com