Kadın, “Yürek İnkılâbı”nın özüdür
Peygamber-i Âlişan Efendimizin gerçekleştirdiği “Yürek İnkılâbı”nın iki belirgin ayağı var:
Bunlardan birincisi: İlâhî, insanî ve vicdanî hiçbir kural tanımayan vahşi bir topluluğu, kısa süre içinde bir “ahlâk ve vicdan toplumu”na dönüştürmesidir...
Bu oluşla, Âlişan Efendimiz, bedeviyetten medeniyete geçişi sağlamıştır...
İkincisi ise, dışlanan, horlanan, aşağılanan, alınıp satılan; hatta diri diri mezara gömülen “kadın”ı bir kimliğe, kişiliğe kavuşturması ve hayatla uzlaştırmasıdır...
İslâmî hassasiyetleri olduğunu dillendiren, yani “dindar” olan her bireyin bu iki belirleyici hususu hazmetmesi ve hayatının ekseni yapması gerekir.
Oysa biz bu konularda hâlâ “bedeviyet” dönemini yaşar gibiyiz: En hassas olmamız gereken konularda bile kendimizi geliştiremedik, bir türlü medenileştiremedik!
Bir birimize hitabımız kaba, en sevdiklerimize bile muamelemiz sert ve haşin; hemen hemen hiçbir hareketimiz Peygamber (asm) kokmuyor!
Biz erkekler, eşimizden “yedek parça”mız gibi söz ediyoruz: Efendimiz’in gerçekleştirdiği “Yürek İnkılâbı” sayesinde kendini bulmuş “ayrı” ve “farklı” bir “birey” olduğunu aklımıza dahi getirmiyoruz!
Kimimize göre, o, bir “kaşık düşmanı”, kimimize göre “bizimki”, kimimize göre, “evdeki”; “bizim karı”, “bizim kadın”, “köroğlu” vesaire...
Başka kadınlarla konuşurken cömertçe kullandığımız “hanımefendi” kelimesini, kendi eşimiz için kullanmak, nedense pek aklımıza gelmez; halbuki, dini kültürümüz “kadına saygı”yı öngörüyor...
Hatırlayalım ki, “kadın”, “insan” olarak hakkettiği yere İslâmla kavuşmuş, erkekle birlikte hayatın vaz geçilmez temelini teşkil etmiştir.
O kadar ki, ilk insan olarak yaratılan Hz. Âdem, Cennet gibi, her isteğini anında gerçekleştirebildiği bir mekânda bile, kadınsız huzur bulamamış, Allah’dan bir “eş”, bir “arkadaş”, bir “yoldaş” istemiştir: Hz. Havva bu duanın meyvesidir...
Yani kadın, hayatın en başında vardır!
Ayrıca, İslâm Dini, bir erkek (Âlişan Efendimiz) ve bir kadınla (Hz. Hatice Validemiz) başlamıştır; yanlarında bir de çocuk (Hz. Âli Efendimiz) bulunmaktadır.
Keza, Osmanoğulları’nın Anadolu’ya gelişlerinde, “Baciyanı Rûm” tanımlamasıyla yine kadın önderlerden söz edilir. (Ayrıntılar “Merhaba Söğüt” isimli kitabımızda: 0212 444 24 14).
Milli kültürümüzde ise kadın, “Gazi Ana”, “Bacı Bey”, “Bey Ana” gibi saygın unvanlarla anılıyor; hatta tarih içinde, erkeğiyle birlikte ülke yönetiminde görev alıyor.
Yani dini ve milli, hatta Batılı değerlerden hareketle kadın konusuna yaklaşmak, çok farklı yerlere taşımıyor insanı, aşağı yukarı aynı noktaya getiriyor...
Buna rağmen, “kadın kimliği”, “kişiliği”, “varlığı”, “kılığı” gibi konular, dindar kesimde hâlâ sonuçlandırılamamış bir tartışmanın malzemesidir.
Genel olarak “kadın”ı yok sayma eğilimimiz ağır basıyor. Kadına “teferruat” muamelesi yapıyor, bunu da “dinin gereği” gibi sunuyoruz.
Hâlbuki bu anlayışın kaynağı din değil, “kadın”ı diri diri mezara gömen cahiliye geleneğidir!
Efendimiz’in “Yürek İnkılâbı”ndan geçmiş her Müslüman, Peygamber Efendimiz döneminde kadınlara tanınan hakların bekçisi olmak zorundadır...
Geleneklerin din gibi algılanması ve “mutlak doğru” olarak kabul edilmesi maalesef buna izin vermemektedir...
Tabiatıyla, kadına ilişkin hak ve özgürlükler, kamusal alanda olduğu gibi, özel alanlarda da gerilemiştir.
“Kadına baskı” âdeta Müslümanlığın şartı gibi algılanmaya başlanmıştır!
Bugün Batı dünyasında kadın, cinsel obje gibi görülüp kullanılırken ve 18. 19. asra kadar “Kadının ruhu var mı, insan sayılır mı?” tartışmaları yapılırken, İslâm dünyasında huzur içinde yaşamıştır...
Horlanmamış, aşağılanmamış, istismar edilmemiştir.
Ama bugün İslâm dünyasında da, Müslüman evlerde de durum değişmiştir. Batılı anlayışın yozlaştırdığı saygının yerini aşağılama almıştır. Elbette bu farklı biçimlerde yapılmakta, ancak sonuç değişmemektedir.
Şimdi gelin, Müslümanın kadın konusunda referansına (Kur’an’a) bakalım...
“Ben, erkek olsun, kadın olsun (ki hep birbirinizdensiniz) içinizden hiçbir çalışanın çalışmasını zayi etmeyeceğim (Al-i İmran, 3/195)...
Ve “O’nun varlığının delillerinden (Allah’ın ayetlerinden) biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Rum, 30/21)
Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim; “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 2/187) beyanıyla da erkek ve kadının insan olarak birbirlerine olan ihtiyaçlarına açık bir şekilde dikkat çekmektedir.
Kadının alınıp satıldığı, diri diri gömülüp öldürüldüğü, mirastan pay alması şöyle dursun, kendisinin bile miras malı gibi değerlendirildiği bir toplumda, Peygamber Efendimiz’in, kadınlardan ayrıca “beyat” alması ve bunun Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtilmesi (Mümtehine, 60/13), İslam’da kadının özgür bir insan olduğunu vurgular.
Yani erkeğe tanınan hak ve hürriyetler kadın için de geçerlidir.
Kadının başta hayat hakkı olmak üzere, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı gibi temel hakları vardır.
Bunlar bir tarafa, asgari görgü ve nezaket kurallarının, “bizim mahalle”de pek revaçta olmadığını ve kadının pek önemsenmediğini hepimiz biliyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.