Bazen Bir Bakış Yeter
İnsanın içinde cevher olursa bazen bir söz yeter. İnsanlar da madenler gibidir” diyor Sevgili Peygamberimiz (s.a.v). Kimi altın, kimi gümüş, kimi bakır, kimi demir, kimisi de tenekedir. Fakat hepsi de gereklidir değil mi?
Bir gün Musa Topbaş Efendi çok yakınımda birkaç kişiyle konuşuyordu. Ben de duyabileceğim kadarıyla istifade edeyim diyerek kulağımı ona vermiştim. Birisinden mi bahsediyordu, genel mi konuşuyordu bilemiyorum ama şöyle diyordu: “…çok büyük kabiliyeti var, ama farkında değil, kıymetini bilmiyor.”
Düşündüm, sadece o mu? Sanki hepimiz de öyleyiz. İçimizde ne cevherler var belki ama biz onunla meşgul olmuyoruz. Çünkü varlığından haberimiz yoktur. Acından ölen bir aile düşününüz, evlerinin altında bir küp hazine var, ama kendileri farkında değildir. “Bir tarlamız vardı, sattık, adam kuyu kazarken petrol buldu” gibi.
Rabbimiz içimize ne duygular koymuş, hayret edersiniz. Çocuk niye toprak yer? Bana sorsan, “ne bileyim ben?” derim. Doktora sorarsan, “vücudunda demir eksik, toprak yemekle onu gideriyor” der. İyi ama bu çocuk nerden biliyor bunu?
Bilmiyor, ama canı istiyor. O istek, o içten gelen yönlendirme de bir kılavuz oluyor ona. Allahu ekber!
İbn Kemal’i bilirsiniz. Büyük bir allame! Kemal Paşazade diye de meşhur. İşte bu muhteşem alim, baba tarafından asker bir soya, anne tarafından da ilim ile meşgul bir aileye mensuptur. İlk tahsilini baba ocağında yapar, delikanlılık çağında ise, ailesinin geleneğine uyarak askerliğe intisap eder.
İşte bu sıralarda, gözlerinin önünde olan bir olay, onun üzerinde derin izler bırakır. Hayatının akışını tamamen değiştirerek askerliği terk eder ve ilim tahsiline yönelir. Bir an durun ve düşünün, bu basit olay olmasaydı, İbn Kemal olmayacaktı. Bu kadar basit mi? Değildir elbet. Küçük ayrıntılara dikkat çekmek için buna vurgu yapıyorum.
Olay şudur: II. Beyazıt zamanında, genç bir sipahi olarak, bir sefer-i hümayuna katılmış ve bu seferde vezir Çandarlı Halil Paşa oğlu İbrahim Paşa’nın maiyetinde bulunmuştu.
Ordu Filibe’ye geldiği sırada, İbrahim Paşa’nın huzurunda yapılan bir toplantıda, 30 akçe ile Filibe’de müderris bulunan molla Lütfî Efendi, vezirin yanına girerek, huzurunda bulunan paşalara ve beylere hiç ehemmiyet vermeden ve bilhassa cesaret ve kahramanlığı ile Osmanlı ordusunda büyük bir şöhreti olan Evrenoszâde Ali Bey’in üst tarafına geçip otururlar.
Bu olay İbn-i Kemal üzerinde derin bir tesir uyandırmıştı. Sıradan bir müderrisin bu kadar beylerden, paşalardan daha yüksek bir yere oturmasına hayretler içinde kalmıştı. Düşünmüştü ki, kendisi ne kadar gayret ederse etsin, askerlikte Evrenoszâde’nin kazanmış olduğu şöhreti elde edemeyecekti. Ama çalışırsa ikinci bir Molla Lütfî olması mümkündü.
İşte bu sebeple kararını vermiş ve askerlikten ayrılarak ilmiye sınıfına intisap etmiştir. Kısa zamanda çalışkanlığı, gayreti ve azmi ile, arkadaşlarının üstünde başarı elde etmiş, vefat ettiğinde askerlikten ayrılmasına vesile olan “Molla Lütfî olma” hayaline, gerek ilmi, gerek eserleri, gerekse eriştiği makam, mevki ve şöhret ile ziyadesiyle kavuşmuş, arzusunu gerçekleştirmişti.
Çünkü bu o İbni Kemal’dır ki, Osmanlı ülkesinin en güzide medreselerinde ders vermiş, vilayetlerinde kadılık yapmış, Anadolu Kazaskerliğine, oradan da Şeyh’ul İslamlık makamına tayin edilmiş, buradaki iktidar ve dirayetinden dolayı haklı olarak “müfti’s sakaleyn” ünvanını almış ve vefatına kadar da o makamda kalmıştır.
Bu o Kemal Paşazade’dir ki, Yavuz Sultan Selim Han, Mısır fethinden dönerken, bu allâmenin atının ayağından sıçrayan çamurlar, Hünkarın elbisesine dokunmuştu da, O koca Sultan: “Ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur, benim için zînet ve mefharete medardır, bu elbisem vefatımdan sonra sandukamın üzerine konulsun.” Demişti.
Vefatından sonra arkasında üçyüzden fazla eser bırakmıştı. Abdulhay el-Leknevî, onu Celaleddin es-Suyuti’den üstün tutar, Ömer Nasuhi Bilmen üstadımız da bu kanaatinde Leknevî’yi destekler. (Hakkında geniş bilgi için bak. MEB. İslam Ansiklopedisi. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi c:2, Bilmen y. İst. 1974 2/635; Cemal Nar, Alimin Önderliği, s. 97 vd.)