Menderes'in Demir Kırat'ı ve Kasımpaşalı Köroğlu
60 yıl önce bugün, genel seçimler yapıldı. Demokrat Parti oyların % 52,7'sini, Cumhuriyet Halk Partisi ise % 39,5'ini aldı.
Bir ilde en çok oyu alan partinin, bütün milletvekilliklerini kazanması esasına dayanan geniş bölge çoğunluk sistemi sayesinde DP 408, CHP ise sadece 69 sandalye kazandı. Hemen akabinde Meclis'te yapılan seçimle Cumhurbaşkanlığı koltuğuna Celal Bayar oturdu. 27 yıl süren Tek Parti hakimiyeti sona ermiş ve yapılan ilk demokratik seçimle Demokrat Parti iktidara gelmişti.
Mesele özünde bir güvenlik meselesiydi. II. Dünya Savaşı ile bir dünya yıkılmış ve sonrasında yeni bir dünya kurulmuştu. Artan Sovyet tehditleri karşısında Türkiye, güvenliğini Batı dünyasında arıyordu. Batı'da geçer akçe demokrasi idi. Faşizmin doğulu versiyonu olan Tek Parti vesayet rejimi ile bu dünyaya adım atmak zordu. Hür dünyanın patronu olan ABD'ye özenerek, CHP'nin (Cumhuriyetçi Parti'nin) karşısında Demokrat Parti kuruldu. 1946'da Türkiye'yi dünyaya rezil eden açık oy-gizli tasnif usulünün uygulandığı uydurma seçimden sonra 1950'de CHP için demokrasiyi kâmilen uygulamak dışında başka çare kalmadı.
Tarih kendini kalıp halinde hiçbir zaman tekrarlamaz. AK Parti'nin sekiz yılı tamamlamak üzere olan iktidarı ile, 14 Mayıs 1950'de, tam 60 yıl önce başlayan ve on yıl devam eden DP iktidarı arasında elbette bazı benzerlikler var. Meselâ, çok partili hayat boyunca ikinci seçimde oyunu artırarak iktidarını sürdüren partilere sadece iki örnek var: Biri 54 seçimlerinde DP, ikincisi 2007 seçimlerinde AK Parti. Parti tabanlarının 60 yıl ara ile benzer nitelikleri taşıdığını söylemek de mümkün. Ancak aradan geçen 60 yılda ne dünya eski dünya, ne de Türkiye eski Türkiye. Yine de herkes için, belki en çok 1950'nin CHP kafasını taşıyanlar için çıkartılacak çok ders var.
Köroğlu'nun Kırat'ı
Bundan 60 yıl önce, sandıkta DP'yi iktidara getiren halk demokrasiyi en vasi anlamıyla kavramış, özümsemiş ve gereğini yerine getirmişti. Ama kendilerine "Demokrat" yerine "Demir kırat" adını takmıştı. İsmet İnönü, Bolu beyi, tek parti bürokratları ise halkı yoksulluğa ve karanlığa mahkum eden Bolu sarayının memurlarıydı. Halk jandarma baskısından ve tahsildar zulmünden, yani Bolu beyinin saltanatından bıkmıştı.
Tek Parti döneminin Millî Şef'ini savunmak için CHP'liler şöyle der: "İnönü sizi aç bırakmış olabilir; ama hiç olmazsa Türkiye'yi savaş dışında tutarak kadınları dul, çocukları yetim bırakmadı." 1930'lu ve 40'lı yılların Tek Parti yönetiminin korporatist-devletçi ekonomi politikalarının ve beceriksizliklerinin faturasını II. Dünya Savaşı'na havale etmek kolay. Halbuki CHP savaş yıllarında olağanüstü bir yetenek ile ülkeye varlık içinde yokluk yaşatmayı, toplumu keskin bir sefalete mahkûm etmeyi başarmıştı. Türkiye savaşa girseydi belki ancak bu kadar kıtlık ve sefalet çekerdi. Sadece savaş yıllarında değil, öncesi ve sonrasında Türkiye'nin yaşadığı yoksulluğun sebebi, memur kafası ile ekonomiyi yöneten CHP'lilerdi. Siz onları bugün hâlâ özelleştirmeye karşı çıkan, Sümerbank patiskalarına, Tekel'in içkilerine medhiyeler düzen sosyal demokratlar olarak yakından tanıyorsunuz.
Demokrat Parti "Yeter, söz milletin" dediği zaman, bu söz dağlardan, ovalardan Bolu Beyi'nin sarayına kadar ulaşan Köroğlu'nun narası gibi yankılandı. Millet, kendisine verilen hakkı kullandı ve sözünü söyledi. DP'nin iktidar yılları, bu sözün Türkiye adına doğru söylendiğini kanıtladı.
Halkın geniş irfanındaki sembolleri yerli yerine doğru yerleştirirsek, bugünün AK Parti iktidarında, Kırat'ın üzerine Köroğlu'nun bire bir uyan portresini yerleştirmemiz gerekecek. Demek bu Köroğlu hikâyesinde, siyasetin en zengin şifreleri hâlâ duruyor.
Kasket ve takke
Demokrat Parti'nin 14 Mayıs seçimlerinden sonra ilk icraatı, tarihimizin en büyük zulümlerinden biri olan "Arapça ezan yasağı"nı kaldırmak oldu. (16 Haziran 1950) O günün Arapça ezan yasağı ile bugünün başörtüsü yasağı aslında birebir örtüşüyor. İnanca yasak getirmenin anlamını çözmek için, bu tarihsel sürekliliğe dikkat etmeliyiz.
Devletin aleni olarak halkın dinî inancına hoyratça müdahalesi olan "Arapça ezan yasağı" bir suç ihdas etmek ve bu suçu işleyen veya bu suça sempati duyan halkı yönetimin uzağında tutmak için getirildi. İnancınızın en göze çarpan ve en temsil edici bir rüknüne müdahale, bütün inanç sahiplerine yönelik bir sindirme politikasının sadece basit bir aracı olarak görülmeli. Mantık basit: Devletimiz ezanı Türkçe okutuyor. Eğer siz Arapça ezan istiyorsanız suçlusunuz. Doğal olarak suçlular devlet yönetimine yaklaştırılmaz. İktidar bu suçu ihdas eden ve bu suça uzak duran bir avuç seçkinin, Tek Parti bürokratının elinde kalır. Kasketlilerin, çarıklıların Meclis'i doldurmasını önlemek, fraklı ve papyonluların iktidarını sürdürmek ne kadar kolay değil mi?
1980'lerde, 1990'larda tırmanan başörtüsü yasağının mantığı da aynıydı. Asker siyasete müdahale edecek; askerle koalisyon halindeki seçkinlerimiz sandıktan çıkan iktidarı sınırlandıracak. Önce başörtüsünü yasaklarsın. Bu yasak bir inanca müdahale olmanın ötesinde, kızımızın-bacımızın namusuna, iffetine dil uzatmak olarak algılanacak ve tepki konacak. Bu tepkiyi verip yasağı kaldırmaya kalktığın zaman suçlu ilan edileceksin. Suçlu olduğun için iktidardan uzaklaştırılacaksın. Başörtüsü yani halkın inancı yüzünden suçlu ilan edilmesi ile devlet içindeki iktidar denklemini, AK Parti kapatma davasında tekrar yaşamadık mı? Arkaik seçkinlerimiz inançlara neden bu kadar düşman? Şu cevap ikna edici değil mi: Çünkü bu düşmanlık onlara iktidar ayrıcalığı veriyor.
Faşizmin tortuları
İsmet İnönü, başbakan sıfatıyla 1932 yazında Mussolini İtalyası'nı ziyaret etmişti. Türk heyetinde Tek Parti iktidarının Recep Peker gibi, daha sonra faşist izler bırakan bütün ileri gelenleri mevcuttu. Roma'da "Gönüllü Faşist Kışlaları" gezildi. "Faşist Çocuklar Teşkilatı" tarafından uğurlanana kadar, faşizmin özgün uygulamaları detaylı incelendi. 1930'lu yılların Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, Halk Evleri ve Köy Enstitüleri ve 19 Mayıs törenleri bu gezinin verdiği ilhamların eseridir.
19 Mayıs törenlerinin 1930'lu yılların Faşist İtalyası'ndan aşırıldığını yazmıştım. 19 Mayıs tarihinin değil, 19 Mayıs törenlerinin faşizan bir uygulama olduğunu tekrar vurgulamam lâzım. İtalya'da gençlerin tahta silahlarla yaptığı gösterilerin benzerini, yani basit hareketleri yüzlerce gencin uyum içinde yapması pratiğini biz Faşist İtalya'dan kopya ettik. Tarihsel devamlılığın bugün devam eden izlerini sorgulamak isteyenler, bu örnek üzerine eğilebilir.
İnönü'nün İtalya seyahatinin mayıs ayına, ırkçı tezlerin kabul edildiği Türk Tarih Kongresi'nin ise aynı yılın temmuz ayına tesadüf etmesi anlamlı değil mi? Bugün Kürt sorununu çözmeye çalışırken karşımıza hep o 1932 tarihli Birinci Türk Tarih Kongresi'nin ırkçı tezlerinin çıkması da öyle. Aynı yıl kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin (daha sonra Türk Dil Kurumu) ilham kaynağı da Faşizmin o sıralarda moda olan "arı dil" saçmalıklarıdır.
14 Mayıs 1950 seçimleri, "sınıfsız-imtiyazsız tek millet"e yani korporatist faşist ideolojiye dayalı Tek Parti iktidarının sonunu getirdi; ama tortularının tamamını ortadan kaldırmadı. 1950'nin Demir Kırat'ının bugün üstünde oturan Köroğlu'nun Bolu Sarayı'nda yapacağı daha bir yığın iş var.