Atatürkçü Düşünce Derneği'ne nasıl girdim; nasıl çıktım?
Siz bu satırları okurken ben nasib olursa X vilayetinin Y ilçesinin Z kasabasındaki kısa tatilimi çoktan bitirmiş ve "Kürkçü dükkânı"ma dönmüş olacağım.
Yer adlarını, sanki çok mühim bir casusluk romanı kaleme alıyormuş gibi alfabenin son harfleriyle geçiştirmek hoşuma giden bir fikir; okuyucuda "Bakalım neler olmuş bu esrarengiz mevkide?" türünden bir merak uyandırıyor ama işin en güzel tarafı bence muhtemel tenkid ve tepkileri ustaca savuşturuyor olması. Böylece yazar birilerini kızdırıp küplere bindirecek şeyler yazmak konusunda kendini daha rahat hissediyor.
Bizim edebiyatımızda da vardır bu numara: Aklıma gelen ilk örnek Reşat Nuri merhum. Her nedense bazı romanlarında yer isimlerini noktayla geçer hazret. Böylece edebî bir geleneği canlandırmış oluyoruz.
Bir hafta öncesine dönüyoruz, Dünya Kupası'nın final maçı oynanacak. Mesele "Nerede seyredelim" noktasınada düğümlendi. Aramızdaki gençlerden biri "ADD'de seyredelim abi" diye bir teklif getirince ben bu yeri önce sahil kasabası boyunca uzanan deniz kıyısında gençlerin rağbet ettiği mekânlardan biri sandım. Öyle değilmiş, resmen ve alenen ADD imiş, yani Atatürkçü Düşünce Derneği.
Aklıma hemen şöyle bir fikir geldi: ADD'ciler fikri faaliyetten, ismiyle müsemmâ düşünüp durmaktan usanıp işi kafe işletmeciliğine dönüştürmüşler. Aslında hem öyle, hem de değil. Nasıl yani diyeceksiniz; izah ediyorum.
Z kasabasının sahil şeridinde, bu gibi yerlerin çoğunda olduğu gibi güzel bir gezi parkuru var. Bir tarafı deniz, öteki tarafında ise lokanta, kafe, incik-boncuk, şekerleme, dondurma satan dükkân ve seyyar tezgâhlar yer alıyor. İşte bu şerit üzerinde birkaç gün önce tamamen lâkayt nazarlarla bir akşamüstü gezisi yaparken gözüm ADD tabelasına takılınca hem şaşırdım, hem de takdir ettim. Tam hizasından geçerken fazlaca meraklı olmamaya çalışan yan bakışlarla vaziyeti kolaçan etmeye koyuldum. Fevkalade güzel bir mevkide yarısı bina, yarısı çay bahçesi görünümde dernek binası var, evkaf mülküymüş. Kapalı kısımda pek kimseyi göremedim ama bahçe yükünü almış, kalabalık ki nasıl...
- Bravo, ne kadar aktif dernek mensubu varmış bu beldede diye içimden takdir ettim fakat itiraf edeyim, önünden geçerken, tanıyan çıkar da bir tatsızlık olur mu diye endişelenmeden de edemedim.
Her neyse, gençlerin maç seyretmek için teklif ettikleri yer, bu güzide cemiyetimizin çay bahçesi kısmı!
- Yahu olur mu, beni bozar; ben kiiim, ADD binalarından birinin sınırlarından içine girmek kim, diye itiraz edecek oldum, dediler ki, "İstersen gelme fakat buralardaki en büyük ve en net ekran ADD'de..."
- Kimse bir şey söylemez değil mi?
- Seni kim tanıyacak Ahmet abi, zaten gece karanlığı; hem tanısalar ne olur sanki. Maçımızı seyreder çıkarız...
- Olmaz arkadaş, ben gitmem öyle yerlere diye tavır koyup birkaç yüz metre civardaki daha mazbut bir yere postu sermeye karar verdim, fakat işe bakınız, 67 ekran kutrunda, renkli televizyonların ilk çıktığı zamanlardan kalma küçücük bir televizyon, on metre geriden bakınca futbolcular karınca gibi görünüyor.
Böyle olmayacaktı, niyeti bozdum. Gecenin zifiri karanlığına aldırış etmeksizin iri güneş gözlüklerim ve bana hayli Batılı bir görünüş veren tengirşenkli pamuk şapkamla bir güzel tebdil-i kıyafet tedbirleri alarak ADD binasından içeriye adım atarken çok heyecanlıydım. Acaba bir tanıyan çıkacak mıydı? Acaba, "Senin burada ne işin olabilir be adam; sen kiiim Atatürkçü düşünce kim?" diye azara uğrayacak mıydım, acaba, "Biz burada senelerden beri Atatürkçü düşünce adına düşünüp durmaktayız, sen ise mekânımıza iki saatliğine maç seyretmeye gelmekle düşünce ufkunda yeni bir merhale kazanacağını mı umuyorsun? Acırız sana arkadaş!" diyen çıkacak mıydı?
Gönül ferahlığıyla söylemeliyim ki, korktuğum başıma gelmedi. Sadece, "Kimdir bu geceyarısı güneş gözlüğü ile gezinen aykırı tip?" diye yarı meraklı birkaç bakışa muhatap oldum. İmkânım olsaydı onlara bir açıklama yapmak, "Gözlüğü yeni aldım, çok da para verdim; öyle ki bu parayla otuz-kırk sene evvel sulak yerden bir tarla almak bile mümkündü. O yüzden parası çıksın diye gözlüğü bolca kullanmaya gayret ediyorum, sizden de anlayış bekliyorum" demek isterdim.
Bizim gençler oradalardı. Hallerinde beni sıkıntılara boğan telaş ve tedirginlikten eser görünmüyordu, "Geç de olsa doğru yolu buldun, sana zaten yer ayırmıştık, gel abi gel" dediler.
Birer çay söyledik. Çaylar iyiydi. Ben çayı içerken Atatürk'ün çayla ilgili tutumunu zihnimde netleştirmek için düşünmeye başladım. Rahmetli kahve tiryakisiydi ama çayla arası nasıldı, bir vecizesi var mıydı, hatırlayamadım bir türlü...
Maç başladı, gençlere gıcıklık olsun, meseleye bir heyecan boyutu kazandıralım diye Hollanda'yı tutmaya karar verdim. Gençlerden en kart olanı, "Hollanda kazanırsa hesaplar benden, İspanya kazanırsa hesabı sen verirsin abi" deyince bu meydan okumayı kabullenmek zorunda kaldım. Neyse ki gençler, hesabı bir jest olsun diye zaten benim ödemeyi düşündüğümü bilmiyorlardı... Onları kandırmıştım...
Aslında Hollanda da İspanya da umurumda değildi. Benim tuttuğum Gana çoktan elenip gitmişti çünkü. Aslına bakılırsa bu kupa maçları boyunca her maçta hangi tarafı tuttumsa hayal kırıklığı ile karşılaştım. Mazlumlar hep yenildi, mütegallibeler her zamanki gibi galip geldi, sıdkım sıyrıldı. Şuralara milli takımımızı getirmek basiretini gösteremediği için, takımın eski teknik direktörünü hiç de hoş olmayan düşüncelerle bir güzel yâd ettim.
Sarı kartlar artmaya başlayınca futbol bilgimi herkes görsün, anlasın diye hikmetli bir vecize ortaya attım ve dedim ki, "Bu maç kırmızı kartsız bitmez, ilk kırmızı kartı gören takım da yenilir!"
Dediğim çıktı sonuçta, çünkü sahadaki 22 kişiden takriben 20'si maç bittiğinde, dirayetsiz ve i'zansız hakemin yüzünden sararmıştı. İlk kızaran Hollanda yenildi ve benim vecizem hakikat oldu.
Maç boyunca yorumcu-gazeteci Ömer Bey'in yorumları, sıcak geceyi ferahlandıran yegâne hoşluk oldu. Spiker, "Şu durum şöyle mi Ömer abi?" dediğinden bizimki, "Yani..." diyordu. Spiker "Falan oyuncu bugün formunda değil mi abi?" dediğinde ise "Çook" demek suretiyle gönlümüzde ferah bir esinti tesiri uyandırmaktaydı.
Belki de bu yorumların boğucu hale getirdiği havayı soğutmak için herkese birer sade gazoz ısmarladım. Garson delikanlı "On gazoz" talebimi hayretten büyüyen gözlerle karşılayınca, "Hepsini ben içmek isterdim ama mümkün değil, arkadaşlarla bölüşeceğiz" diye izahta bulunmak zorunda kaldım.
Yolunuz düşerse aklınızda bulunsun: X ilinin Y ilçesindeki Z kasabası sahilindeki ADD çay bahçesinin çay ve gazozları nefis, üstelik ucuz da. Düşünün ki on kişinin umum hesabı yirmi lira bile tutmadı. Oradan geçen herkese tavsiye ederim.
Maç bitti, tesislerden ayrılırken kapalı mekândaki resim sergisini fark edince sanatseverliğimiz tuttu. İçimizden biri biraz seslice, "Ressamın fırçası zayıf" şeklinde bir eleştiri getirdi. Resimlerin sahibi hanımefendi meğer oradaymış, eksik olmasın alınganlık göstermedi, kendisini kutlayıp ADD tesislerinden sâlimen çıkmaya muvaffak olduk.
Yolda dediler ki gençler, "Ahmet abi, sen bundan bir yazı çıkarırsın!"
Öyle yaptım; bu yazı, o yazıdır işte.