Yayla geceleri
Ölüler sanırmış ki diriler hep helva yiyor.
İstanbul sıcaktan da öte, kapıdan çıkıp sokağa adım atınca Mehmet Ali Bey Hamamı'nın sıcaklığına girmiş gibi oluyorsunuz. Yapışkan, insanda resmen ıslakmışlık hissi uyandıran bir şey bu.
Söz hamamdan açılınca aklıma geldi. Bizim "Memmedali" hamamı, şöyle böyle bir asır kadar sıradan bir isimle anılmaya ses çıkarmamışken, yakın zamanlarda bir havalara girip beyliğini ilan etti kendi kendine. Esaslı bir tamirat geçirdikten sonra aynaya bakıp hayli özgüven kazanmış olmalı ki, "Ben kimin kızından daha çirkinim" düşüncesiyle tabeladaki ismin sonuna "Bey" takısı ekleyiverdi.
Son zamanlarda Anadolu esnafında da böyle bir akım başladı; kurum adlarının sonuna Bey, Paşa, Zâde gibi aristokratik çağrışımlı ekler koymak ve tabelâya "...den beri" yazdırıp ticarette kıdem iddiasında bulunmak yaygınlaşıyor. İyidir, zararsızdır; yeter ki işlerini güzel yapsınlar.
Efendim, serbest çağrışımla yazı yazmanın böyle tehlikeleri de var; daha konunun besmelesindeyken "Havalar ne kadar sıcak"tan başlayıp, "Bugünlerde herkeste bir beylik paşalık merakı aldı yürüdü"den çıkıveriyorsunuz; oysaki biliyorsunuz, bu gibi isimler, halen yürürlükte bulunan güzeller güzeli 1982 Anayasası'nın son kısmında hâlâ yer almakta olan 174. maddenin 7. fıkrasına aykırı olup, "Değiştirilmesi dahi teklif olunamayan" 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı bu kanun uyarınca öyle Efendi, Bey, Paşa gibi lâkap ve unvanlar kaldırılmıştır.
Hâşâ, kurum adlarının sonuna, bey, paşa, zade gibi asalet takıları ekleyerek ne kadar köklü bir şirket olduklarını hissettirmek isteyen esnafımızı buradan ihbâr ediyor filan durumuna düşmek istemem; esasen az önce bahsettiğim 174. madde, kıyâmete kadar değişmesi akıldan bile geçirilemeyecek bazı kanunları koruma altına almakla bana göre nâfile bir iş yapmaktadır çünkü bu maddede, meselâ 1925 tarihli şapka giyilmesi hakkında kanun da yer almaktadır, tekke ve zaviyelerin yasaklanmasıyla ilgili kanun da. Sokağa çıkan herkes şapka kanununa pek de aldırış edilmediğini az-çok görüyor; tekke ve dergâhlara gelince durum pek farklı değil; artık devletimiz cemevlerinin açılmasını resmen destekliyor, iyi de ediyor; kaldı ki Türkiye'nin her yerinde ziyarete açılan türbelerin her biri, ilgili anayasa hükmüne resmen ve alenen aykırıdır.
Peki ne oluyor; şöyle bir şey oluyor: Anayasa'nın 174. maddesi orada duruyor fakat bu tarafta hayat akıp gidiyor veya başka bir ifadeyle durumu idare ediyoruz.
Evet haklısınız; serbest çağrışımla yazı yazmak okuyucu açısından iyi bir şey değil; "Havalar öyle sıcak, öyle nemli ki" diye söze başlamışken konu ister istemez referandum tartışmalarına kadar geldi dayandı işte...
Ne ilgisi var diyeceksiniz; izah edeyim efendim...
Bildiğiniz üzre 12 Eylül'de referanduma sunulacak anayasa değişikliklerinden biri de Anayasa Mahkemesi'ne şahsi müracaat hakkı tanınmış olması. Eğer paket kabul edilir, "evet"ler hayırdan bir fazla çıkarsa, iki paralık mektup kâğıdını önünüze alıp, anayasaya aykırı gördüğünüz bir mesele hakkında AYM'ye dava açabileceksiniz; oysaki bugüne kadar bu hak sadece cumhurbaşkanına, iktidar ve muhalefet partisi meclis gruplarına ve TBMM üye sayısının en az beşte biri tutarındaki üyeye aitti; şimdi her birimiz, eğer istersek AYM'ye dava açabileceğiz.
"Ee, bunun benimle ne ilgisi var?" diyorsanız devam edeyim; siz bu durumda, "Kadük hale gelmiş, fiilen uygulama imkânı kalmamış kanunların İnkılap Kanunu'dur diye anayasa metnine konulması ve üstelik bunların değişikliğinin dahi teklif edilmemesi, Anayasa'nın itibarını ve uygulanabilirliğini zedeliyor. AYM, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, Meclis başkanları bile şapka kanununa muhalefet ediyor; ya bu kanunları uygulayın ya da anayasa metninden çıkarınız efendim!" diye AYM'ye başvuruda bulunabileceksiniz...
Haa, bir sonuç alabileceğinizi zannetmiyorum; sizin, benim gördüğümüz tuhaflığı elbette ülkenin yüksek hukukçuları da biliyor, görüyor; büyük ihtimalle dilekçeniz ya şekil eksikliği veya düpedüz "İnkılap kanunlarına karşı münasebetsizlik" gerekçesiyle sümenaltı edilecektir ama hak haktır efendim. İyidir, bulunsun bir kenarda...
Evet, havalar çok sıcak; sıcak bir tarafa çok nemli. Kapıdan çıkınca Mehmed Ali Bey hamamının ılıklığından hazne önüne girmiş gibi sersemliyorsunuz. Rutubet kollarınıza, boynunuza sarılmakla kalmıyor, giyeceklerinizi de yapışkan bir ter katmanıyla cildinize yapıştırıyor. Nefes almakta zorluk çekiyor, durduğunuz yerde bile terden sırılsıklam oluveriyorsunuz.
Aah, şimdi yaylada olmak vardı sevgili okuyucularım. Yayla dediğim, râkım itibariyle en az 750 metrenin üzerindeki yerler. Tamam, bugünlerde oralar da sıcaktır ama havası kurudur, gölgesi latiftir; hele hele akşamları buzlu limonata gibidir resmen... Ağustosun yarısını geçince akşamları üstünüze bir hırka, bir ceket almazsanız düpedüz üşürsünüz.
Üşümek nasıl bir şeydi, hatırlıyorsunuz değil mi? Ne saadetmiş yahu, şöyle hafif bir iç titremesi geçirince bir yün hırkanın yumuşaklığına, ceketin koruyucu kuytuluğuna, kalınca bir gömleğin himâyesine sığınmak ne güzelmiş!..
Gece olur, buz gibi yünden yataklara girer, buz gibi yün yorganları çenenize kadar çekip sırtınızı güzelce bastırdıktan sonra "Yattım sağıma, döndüm soluma/ Melekler şâhit olsun dinime imânıma" diyerek Kelime-i Şehâdet getirip mışıl mışıl uyumak ne büyük nimetmiş. "Hayfâ, bilmedik bir hoş zaman imiş" diyor ya şair; öyle vallahi...
Hoppalaa diyorsunuz, eminim; serbest çağrışım usûlü, aşırı sıcak ve nemle birleşince işte böyle çamdan-kavaktan mevzularda kaotik sıçramalar yaptırıyor insan zihninde; lâkin sizi temin ederim, başlangıçta düşüncem, taşranın yayla kuytuluklarındaki serin döşeklerde bir gece olsun çelik gibi deliksiz bir uykuya duyulan hasreti dile getirmek ve böylece sayısını bilmediğim binlerce okuyucunun hissiyatına tercüman olmaktı, araya lâf girdi, konu uzandı fakat muradımız hâsıl olmuştur efendim.
Şimdi yaylada farz ediniz kendinizi, hava serin, gökte yıldızlar pırıl pırıl. Serinlik çıkmış...