Âh!

Âh!

Genelkurmay'ın 21 Ağustos 2010 tarih ve BN-98/10 numaralı bilgi notu, anlamı kendinden büyük tarihî bir belge.

Yirmi günden beri karargâhta bu metni hazırlaması için görevlendirilen kişi veya kişilerin ne türlü sıkıntı ve tereddüdler geçirdiği, hangi konularda duraklayıp kendi aralarında tartışmaya tutuştukları, neticede Hantepe'de 19 Temmuz geceyarısı olup bitenlerle, aslında olup bitmesi gerekenler arasındaki uçurumu doldurmak için yer yer nasıl bezginliğe kapıldıkları hemen hissediliyor.

Ter kokusu geliyor bu açıklamadan; korkunun kokusu geliyor, endişe kanamış kâğıdın üstüne...

Yazılı metinlerin de genetik parmak izleri vardır; üzerinden kaç el geçse de metnin gerisinde duran varlık sebebinin renkleri ve kokusu değişmez, silinemez, ortadan kaldırılamaz. Bu bilgi notu, öyle bir metin: Biraz mahcup, biraz gururlu, biraz pişman, biraz suçluluk hissi içinde, biraz çaresiz ama daha çok kararsız ve şaşkın.

Meselâ vaktiyle arkasına bir dizi yüksek komutanı sıralayarak icâzetle içeri aldıkları gazetecilere, "İşte bakın bir boru, neden toprağa gömülmüş, anlayamadım; bu silahlar TSK envanterinde yok!" diye hava atan bir genelkurmay başkanının yüksek özgüvenine rastlamıyoruz bu metinde, daha ziyade o "boru"nun TSK envanterine ait olduğu anlaşıldıktan sonra bürünülen bir "kem-küm" gayretinden, araya lâf karıştırıp konuyu değiştirme çabalarından izler var...

Kırık-dökük, beli bükük, zaman ve mekân boyutunu kaybetmiş bir metin. Bilgi notu diyorlar; ben içinde bilgi filan görmedim; farklı sözlükler mi kullanıyoruz yoksa? Bilgiden çok bilgiyi örtme endişesi bu.

Kurban bayramlarında olur; kurbanlıkların kanı sağa sola sıçrayınca üzerine bir avuç toprak veya kül dökerler sağa sola bulaşmasın diye... Evet, farklı sözlükler söz konusu olmalı; eğer aynı kavramların karşılığında benzer şeyler yazılı birbirine denk sözlüklerimiz olsaydı, bir milletin ordusu, kendi halkından bu kadar uzağa düşüp, bu kadar garip ve anlaşılmaz bir dil konuşabilir miydi, bilemiyorum?

İsterseniz bu hükmün sağlamasını yapalım. "Emânet" diyelim meselâ... Emânet ne demek komutan, ahde vefâ ne demek, bir sen söyle bir de ben söyleyim bendeki karşılığını, bakalım aynı dili mi konuşuyoruz?

Millet nedir meselâ; devlet nedir, din ü devlet, mülk ü millet nedir?

Şehâdet nedir; şehit kime derler, vatan neresidir, bayrağın, sancağın mânâsı nedir; tüyü bitmemiş yetimin hakkı nedir, "Hakk" nedir komutan? Onun üstüne bir başka değer koyar mısınız meselâ; icabında "Hakk"tan da ağır basan olağanüstü durumlar var mıdır?

Bilgi notu yazdırmışsınız fakat bilgilenmedik, bilakis ağlamaklı olduk da kısaca "vah" dedik; siz bunu oradan nasıl anlarsınız bilmem, lâkin iyi bir şey değildir, hiç iyi bir şey değildir. İngilizcelerinize maaşallah, keşke vaktiyle merak edip milletin dilini de öğrenseydiniz komutan!

Siz emânete böyle mi sahip çıkıyorsunuz sahi? Yağmur yağdı, sis bastı kem-küm; bir yığın bahâne! Seyrettiğiniz cinayetten yirmi gün sonra ezile büzüle kaleme alınmış, düz kâğıt üstünde kekeleyen bir metinle mi evlatlarının akıbetini soran ana-babaların yüreğine inşirah vereceksiniz? Siz hangi dili konuşuyorsunuz komutan? Nedir lugatiniz, biz anlamıyoruz bu kelimelerden; size o dili öğreten yanlış öğretmiş.

Bu "vah" o yüzdendir!

Haa, işin bir de "âh" kısmı var ki, meseleyi oraya kadar getirmeyecektiniz... Şöyle anlatayım, çocukken belki dinlemiş olma ihtimâlinize binaen söylüyorum, "Bir âh çeksem karşıki dağlar yıkılır" diye bir türkü vardı ya hani, işte o âha benzer bu âh...

Koca dağı yıkan âhdan birini al; binle çarp, onbinle, milyonla çarp, ikiye üçe, beşe katla, ve düşün; bu âhın değdiği yer ne olur diye bir düşün!

Sen bilgi notu yazdırmışsın; biz de âh ediyoruz; görürsün, el mi yaman bey mi?!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi