Alimlere Yakışan
Topluluklar önderlerini takip ederler. Alimler tenkitlerinde dikkatli, ölçülü ve insaflı davranmalı ve cemaatlarını gereksiz dedikodulardan ve düşmanlıklardan korumalıdırlar.
İyi de alim dediğimiz önderler gurur, kibir, enaniyet ve şöhret hastalığına yakalanmışsa ne olacak? Galiba sıkıntı burada.
Malum, eskiden beri söylerler, “muhalefet et, meşhur olursun.” Şöhret zaten afettir. Bir de böyle kavgalara sebep olacaksa, çifte afettir. Müslümanların birliğini bölen şöhret olmaz olsun.
Çıkış yolunda yine Tahavî’den bir örnek gösterelim: “Tahâvî (r.a.), hakkın yerini bulması hususunda hiç müsamaha göstermezdi. Yumuşak huylu olup, herkese güzel muamelede bulunurdu. İnsanlar hakkında insafla muamele ederdi.
Tahâvî ile Kadı İbn-i Harbuveyh arasında ilmî bir münazara olmuştur. Bir mes’elede her birisi ayrı bir hususu savunuyordu. Bu durum onların birbirlerine olan saygı ve sevgisini zedelememişti.
İbn-i Harbuveyh kadılık makamında bulunuyordu. Kâdılıktan alınınca, Tahâvî’nin oğlu Ali bin Ahmed, babasına müjde vermek için geldi. Bunun üzerine Tahâvî oğluna:
“Yazık sana! Bu müjde değil, vallahi ta’ziyedir. Ben ondan sonra mes’eleler üzerinde kiminle müzâkere ederim?” dedi.
Bu, Tahâvî’nin yüksek ahlâkına, vekar ve şahsiyetine güzel bir örnektir. Aralarında ilmî bir mes’elede ihtilâf olmasına rağmen, bunu şahsî bir mes’ele yapmamış, bilakis ilmî bir hakikat olarak kabul etmiştir.
Gençliğimde duyup dinlediklerimden başka hoca efendilerin birbirleriyle mücadelelerini anlatan birçok kitap ve makale okudum. Bu iş beni çok üzüyor ve sıkıyordu. Hatta koca koca adamlar, kendileri gibi İslam ve Müslümanlar için çalışan mübarek insanları doğru yolun sapık kollarında bulunan müçtehit taslakları diye anlatıyordu. Zaten fabrikaları kapanmış olduğundan zar zor yetiştirebildiğimiz üç beş alimi de biz elimizle yiyip bitiriyorduk.
Bu savaş bir yerde bitti ama hepimiz de büyük yaralar aldık. Fakat son zamanlarda durup dururken sevip saydığımız bazı insanların yine yok yere kavga ettiklerini görmeye başladık.
Bu “yok yere” sözümüze alınanlar olacak, “bizim ehl-i sünnet için verdiğimiz kavgayı sen nasıl “yok yere” diyerek küçümsersin?” diye kızacaktır belki de. Oklarına hedef olmak istemem ama, nerden çıktı bu Cüppeli Ahmet, Mustafa İslamoğlu, Hayrettin Karaman, Ebubekir Sifil vs. tartışmaları?
Bunların her biri kendi yerinde bir değerdir ve hizmet vermektedir. Durup dururken nerden çıktı bu tartışmalar?
Okuyucularımdan bana bu tartışmalar hakkında sorulan sorulardan usandım doğrusu. Bir kısmına www.cemalnar.com’da cevap verdim, bir kısmına da kestirmeden, “Alimin Önderliği” kitabımın ilgili bölümüne yönlendirdim. Orada “Alimler Arası Saygı” başlığı ile hocaların birbirlerine karşı olması gereken edeb ve tavrı anlatmıştım.(s. 169-188)
Okudukça bu konuda güzel örneklere rastlıyoruz. İşte güzel bir örnek de Meşhur Tahavî’den okudum yakınlarda. Sanırım zamanımızın cidali seven hocalarına iyi bir örnek olur:
“İbn-i Tülün, bimâristan (hastane) yaptırmıştı. Bu hastane ve orada bulunan eski bir mescid için vakıf bir arazî vermek istedi. Vakıfnâme (vakıfla alâkalı belgeleri yazma) işini, Şam kadısı Ebû Hazım üzerine
aldı. Ebû Hazım bu belgeleri yazınca, İbn-i Tûlûn’a gönderdi. İbn-i Tülün, Mısır’ın meşhûr âlimlerini çağırıp, Ebû Hâzım’ın hazırladığı belgelerde herhangi bir hatâ olup olmadığını incelemelerini istedi. Âlimler belgeleri inceledikten sonra, hiçbir eksik ve hatalı durum yok diye rapor verdiler.
Ebû Ca’fer Tahâvî de belgeleri inceledi. Belgelerde hatâ bulunduğunu söyledi. Tahâvî bu sırada daha gençti. Âlimler ondan, hatalı olan hususu açıklamasını istediler. Tahâvî, bunu kendisi açıklamak istemedi. Bu defa Ahmed bin Tülün, Tahâvî’yi çağırdı.
- “Madem ki bu hatâyı sen başkalarına açıklamadın, bari bana söyle” dedi. Tahâvî,
- “Söyleyemem” deyince, İbn-i Tülün:
- “Niçin söylemiyorsun” dedi. Bunun üzerine Tahâvî,
- “Ebû Hazım büyük bir âlimdir. O, bu işin doğrusunu bilir. Bu iş bana kapalı, anlaşılması zor geldi” diye bahanede bulundu.
Ahmed bin Tülün onun bu düşüncesini beğendi. Ona izin verdi. Git, Ebû Hazım’la mes’eleyi görüş dedi.
Tahâvî Şam’a gitti. Onunla mes’eleyi görüştüler. Ebû Hazım da Tahâvî’nin söylediği gibi hazırlanan vakıf belgelerindeki hatâsını gördü.
Tahâvî, Mısır’a dönünce İbn-i Tûlûn’un yanına gitti. İbn-i Tülün, Tahâvî’ye mes’elenin nasıl olduğunu sordu. Tahâvî de, kendi sözünün doğru çıktığını söylemekten kaçındı.
Bu hâdiseden sonra. Tahâvî’nin İbn-i Tûlûn’un yanındaki kıymeti daha da arttı. Onun terbiyesine ve tevazusuna hayran kaldı. Çünkü, Ebû Hâzım’ın yazdığı vakıfla alâkalı belgelerdeki hatâ, Tahâvî’nin
dediği gibi çıktı. Buna rağmen, edebinin ve hayasının yüksekliğinden dolayı, bununla asla övünmeye kalkışmadığı gibi, üstelik mes’elenin kendi dediği gibi çıktığını da gizlemeye çalıştı.”(İslam Alimleri Ansiklopedisi Tahavî md.)
Tahâvî’nin bu yüksek ahlâkı, çağımızın alimlerine ve önderlerine de iyi bir örnektir değil mi?