Şair Şiir Okuyunca, Böyle İsyan Etmeli İnsan
Şair, okuduğu şiirin ortasına gelmişti ki, dinleyenler ağlamaya başladılar. Bütün gözler çakmak çakmak oldu, yüreklerine katran dökülmeye, ciğerleri sökülmeye başladı. Mısralar birer kurşun gibi delip çıkıyordu yüreklerini. Kutsal bir çağrıydı âdeta.
Kâbe’nin damında okunan ilk ezanın kalplere saldığı kutsal sarsılmaya benzer bir titreme aldı dinleyenlerin fikirlerini. Dilleri lâl oldu. Her mısraın ardından yüreklerinde peş peşe ruhî ihtilâl ve inkılâplar oluyor, akıl ve zihinleri sımsıkı kuşatılıyor, hâlden hâle geçiyorlardı.
Dinleyenlerin akıl ve yürekleri, anlayış ve idrâkleri yerinden sökülüyor, o ân’a kadar akıl ve fikirlerde yer tutan kelimeler, düşünceler, yasalar, mevzuatlar ve bildikleri her şey “kartondan kaleler gibi” yıkılıp enkaz hâline geliyordu.
Şair, şiirini “İsrafil’in sûr’u gibi heybetli bir dille” okumaya devam ediyordu. Şiirin mâna ve vecdinden dolayı dinleyenlerin ayaklarının altından zemin çekiliyor, içerideki eşya ve dekor alev gibi yanıp eriyordu.
Mısralar, dinleyenlerin başlarını aşağı düşürüyor, fakat bir sonraki mısra ise yüreklerde ve kafalarda inkılâp yapan kutsal bir sese bürünmüş tebliğe dönüşüyordu.
Salondaki duvarlar ve kapılar, yürekleri ve akılları yerinden oynatan, kıvrım kıvrım kıvrandıran uhrevî sese boyanmış mısraların gücü karşısında kül gibi dökülüyor, içeriyi dışarıdan, dışarıyı içeriden kapatma görevini kaybediyordu.
Şairin okuyup geldiği her mısra ân içinde ateşlerden daha yakıcı bir âvaz hâline dönüyordu. Bu âvaz, salonun bütün maddî unsurlarını yıkıp geçiyor, dışarıya taşıyordu.
Ân içinde mukaddes ateşlere dönen her mısra yüreklere bir topak gibi oturuyor, duvarları ve tavanı delip geçiyor, salonun dışına çıkıp kutsal ateşlerden bir iksir gibi, caddelere, sokaklara ve dahi şehrin damarlarına doğru yayılıyordu.
Yollarda kaç insan varsa o anda, salondakilerin yürekleri gibi dağlanıyordu yürekleri.
Şairin şiirinden yayılan âvaz dalga dalga yayıldıkça, insanların önce iç evini katran gibi yakıp kavuruyor, sonra akıl ve kafalarında var olan düşünceleri, kavramları, yasaları siliyordu.
Herkes, mukaddes sayhalara dönüşen ve ateşten iksir gibi saran bu âvazın çıktığı mekâna akıl ve kulak vererek oraya doğru yönelmeye başlıyorlardı.
Bir kıyamet gibi şehrin damalarında dolaşan bu âvazın çarptığı her insan şiirin okunduğu mekâna kutsal çekim merkezi gibi koşar adım ilerliyordu. Salonda olduğu gibi, dışarıda da bu âvaz, cana ve mala zarar vermeyen fakat yürekleri ve akılları bir isyana dönüştürüyordu.
Şair, mukaddes sözlerden kâm alan mısralarını salondakilerin kalplerine ve akıllarına çarpa çarpa, vura vura, sürte sürte okumaya devam ediyordu. Şair, şiirini ulvî itimat telkin eden âsûde ve vakârlı bir sesle okuyordu.
Sûretini ve edasını göstermeye çalışmıyordu. Yani bir fail olarak kendini önemseyen bir çalım ve eda içinde değildi. Zamane insanlarına bir mûcize sunan ve gökten zembille inmiş bir aziz tavrında hiç değildi.
Hüzünlü ve aydınlık sîmasının mûnis dilinden mısralar fışkırıyordu sadece. Çağın mürai, naylon, hormonlu, imajinatif şair ve hatipleri gibi rol yapan, dikte eden bir fiili de yoktu. Dinleyenler, yalnızca onun dilinden dökülen kelimelerin mânası ve dolayısıyla uyandırdığı fikrin gücüyle kuşatılmış bir hâldeydi.
Mısraların kutsal ateş gibi sardığı ânlar böyle sürüp gidiyordu. Dinleyenlerin bütün âzaları şiirden yayılan mâna ile kuşatılıyor, şiirin devam eden her mısraında kalp ve akıllarda önce ihtilâl, sonra mukaddes bir inkılâp meydana geliyordu.
Dinleyenlerin yüreklerine önce el konuyor, var olanlar sökülüp yıkılıyor, ardından yürürlükten kaldırılmış vahyî hayat ve medeniyetin değerleri bir karayel hızı ve gücüyle yıkılanın yerine giriyordu.
Dinleyenler, şiirin sürüp giden her mısraında kalplerinden ve fikirlerinden “vurulup vurulup kıvranıyor”, zihinlerinde var olan kökleşmiş anlayışlar bir deprem ân’ı gibi yıkılıp yıkılıp paçavraya dönüyordu. Sonraki gelen mısraların nûru ve feyziyle de ümitleniyor ve “yeni” bir çağrıyla “dirilişe” geçiyorlardı.
Bu, an be an böyle sürüp gidiyordu. Zahirde zaman, dakika ve saatle sınırlıydı. Fakat salonda şiirin kalplere üflediği, akıllara hükmettiği zamanın ölçülebilir bir sınırı ve bitişi yoktu .
Şair, şiirini bitirmek üzereydi ki, dinleyenlerin yüreklerinden kopan görünmez ateş görünür oldu ve figana dönüştü. Dört duvar ve tavan mânen ve fikren yok oldu. İçeridekiler dışarıyı, dışarıda toplananlar içeriyi görüyorlardı. Set yıkılmış, iki ırmak birleşmişti. Birbirlerine şiirin yaydığı mâna ile yürekten tutunuyorlar, gözleri gözlerine, yürekleri yüreklerine dokunuyordu.
Kutsal alev gibi yüreklerden kopan figan, hıçkıra hıçkıra sayhalaşan yüksek sesli isyana dönüşüyor, salondakiler ve dışarıdakiler şiirin mânasınca isyanda birlik oluyorlardı. İsyan büyüyordu mekânın içinde ve çevresinde. Bu mekânda birleşen insanlar isyan ateşinden mürekkep bir yürek topuna dönüyorlardı.
Bu isyan öyle cana ve mala kıyama kalkan bir isyan değildi elbet. Bağı çözülmüş dilleriyle, kelimeleriyle isyan ediyorlardı:
Hakikatlerimizi söyleyen sözle karşılaştık ilk kez. Anladık bunca zaman yanıldığımızı ve aldatıldığımızı. Öğrendik kandırıldığımızı, kelimelerimizin değiştirildiğini ve hafızamın çalındığını.
Bir şair hatırlattı, bir şiir öğretti bize bildiklerimizin ve öğretilenlerin sahte ve ağyar olduğunu
İlk kez bir şair, hakikatlerimizi çarptı yüzümüze. Uyumuşuz bu güne kadar despot ve kalpsiz nutukların ve yasaların eğrisiyle.
Ey bunca zaman hayatımızı çalan vicdansız yalanlar cumhuriyeti!
Ey merhametsiz zorba rejim!
Ey egemen olan kötüler!
Üzerlerinizdeki yaldızlar döküldü, anladık bugün.
Ey mürai ve tâgutî olan kurumların ve yasaların yapıcıları!
Maskenizi sıyıran mısralar dinledik burada. Sözün eti kemiği değil, mânasıyla buluştuk.
Ey milleti olmayan “başkent”in laik buyrukçuları!
Peçenizin düşürüldüğünü gördük bu aydınlık, bu kutsal fecrin doğduğu salonda.
Âh, bezm-i elest’teki sözün hakikatini söyleyen şair, sen neler okudun öyle!
Jandarmalar ve polisler şiir okunan ve arkasından isyan edilen salonun etrafını çevirmişlerdi. İsyan edenlerin, yani yüreklerinde figan kopanların âvazlarından ürperiyorlardı asayiş mensupları.
Fakat yine de silahlar çapraz tutuş bir şekilde mekânı çepeçevre sarmışlardı. Megafondan tok bir ses:
“Ey içeridekiler feryat ve figanı bırakın, evlerinize dağılın! Bu toplu figanınız toplum asayişine, mevcut yasa ve rejime aykırıdır...”
Şehrin sokaklarında insanlar aralarında şöyle konuşuyorlardı:
“Duydunuz mu ey ahali! Sitenin salonunda bir şair şiir okumuş, dinleyenler topluca ağlamaya ve figan etmeye başlamış, arkasından da hıçkıra hıçkıra isyan etmişler. Sonra sitenin etrafını jandarmalar ve polisler çevirmişler. Olmuş ve duyulmuş iş değil bu?”
Şair, şiir okuyunca söz ve kelime hakikati böyle dile getirmeli. Şiirin, yüzünü açtığı hakikate bu şekilde inanmalı insan. İnanınca da böyle isyan etmeli.
Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa Âleyhisselâm dünyayı teşrif edince Kisra’nın Sarayı nasıl yıkıldıysa, Save Gölü nasıl kuruduysa, kurtlar ve ceylanlar Mekke’nin kapısına nasıl yan yana geldilerse, Kur’an harfleri öğrenmek istediğini söyleyen derviş daha duvara elif yazar yazmaz duvar nasıl yıkıldıysa, hakikati böyle söylemeli şair ve şiir.