“ZEKERİYA BEY’İN ŞANSIZLIĞI BURADA BAŞLADI”

“ZEKERİYA BEY’İN ŞANSIZLIĞI BURADA BAŞLADI”

1973 Yılı Milletvekili Genel Seçimleri’nde yeniden aday olan milletvekili bir şahıs, seçim komitesi ile bir süre çalışıp yorulmuş olacak ki, bir gece yarısı kaldığı otel odasında komitesindekilere, “arkadaşlar, yorulduk, haydi hep beraber bir pavyona gidelim, kafamız açılsın, moralimiz yerine gelsin” demiş.

Komitede bulunan akl-ı selim bir adamcağız, milletvekilinin, bulunduğu seçim bölgesine hiç mi hiç uygun olmayan bu münasebetsiz sözü üzerine ayağa kalkarak milletvekiline ve etrafındakilere, “Zekeriya Bey’in şansızlığı burada başladı işte!” demiş ve odayı kahırla terk etmiş. Tevâfuk bu ki, Zekeriya Bey gerçekten seçilememiş.

Kıssadan hisse: Devlet Bahçeli, “anayasaya hayır” mitinglerinin birinde tabanına zarar verecek akla ziyan bir konuşma yapmış ve Zekeriya Bey’in durumuna düşmüş: “Şimdi Balyoz harekâtı bahanesi ile Yüksek Askerî Şura’ya bir hafta kala 100’ün üzerinde emekli ve muvazzaf subayın tutuklama kararı alınıyor. Tutuklama kararından sonra da mahkemelerinin 15 aralıkta yapılacağı söyleniyor. Silahlı Kuvvetlerimiz tutuklanacağız diye bu ülkeden mi kaçacak?” (12 Temmuz 2010 gazeteleri).

Abesle iştigal etmenin en isabetlisi olan bu talihsiz söz, partisinin İslâmî değerleri yaşayan dindar ve muhafazakâr kitlesini ne kadar üzdüğünü bilemeyecek kadar fikir travması geçiren birine ait olabilir ancak.

12 Eylül öncesi bünyesinde bulunup da İslâmî zeminde ülkücülük fikrini öne çıkaran S. Ahmet Arvasi, Galip Erdem gibi saygıdeğer fikir adamlarının misyonlarını sürdüren zümre hariç, milliyetçilikleri baştan beri eklektik ve ulusalcı (Gökalpçi ve Atatürkçü) olan MHP’nin iflah olmaz hatalarına Bahçeli’nin son sözleriyle bir yenisi daha eklenmiştir.

Bu ülkede gerçek mânasıyla millî kelimesinden mülhem “milliyetçilik” kavramıyla siyaset yapan bir insan evvel emirde İslâmî eksenli programlarla milletin karşısına çıkmalı, cumhuriyetin ve milletin târifini yeniden yapmalıdır.

O abes konuşmayı yapan Bahçeli, Tek Parti Dönemindeki zulümleri ve millîliğe aykırı yapılan uygulamaları, 1960 Darbesiyle gelen askerî faşizmi ve eziyetleri, 1971 Muhtırası öncesi ve sonrasındaki Kontrgerillanın sivil hükümetlere, millet yanlısı siyasetçi ve aydınlara yaptıklarını, 12 Eylül Darbesinin âh’ı göklere çıkan hukuksuz ve despot mezalimlerini, dahası yaptıkları anayasanın ne menem bir anayasa olduğunu bilmez midir ki, tedricen de olsa milletin sesinin çıkabileceği bir sürece girmeye çalışırken, darbeci subayların tutuklanmasını ve onların masumluğunu dile getiriyor?

Partisinin muhafazakâr tabanı nasıl tahammül ediyor Bahçeli’nin buna benzer çam deviren sözlerine?

Aynı konuşmasında “Büyükanıt ile Başbakanın Dolmabahçe Sarayı’ında neyi konuştuklarını” dile getirmiş ve “askeriyedeki bir yönetim değişikliği ile ilgili bir senaryoyu beraber mi çizdin? Askeriyede bir restorasyon mu düşünüyorsunuz? Onu mu plânladınız? (...) 12 Eylül üzerinden yeni bir bölücülükle Türkiye’yi daha büyük sıkıntılara sokabilecek davranışlardan vazgeçilmesinin gerektiğini....” buyurmuş.

Askeriyede bir restorasyon olursa kötü mü olur? Bunun düşüncesi bile ufukta fecir pırıltılarının görüneceğinin işâreti değil midir? Bu nasıl bir statükoculuk, bu ne menem bir “Ankaracılık” böyle?

Bu ülkede bilhassa “millîlik” mefhumu üzerinden siyaset yapan bir insan, askeriyeye bir vatandaş, bir müessese olarak değil de siyaseten yakın duruyor ve belli zamanlarda askeriyeyi arkasına alıyorsa, hele de millet düşmanı cuntacı askeriyeye şirin görünüp hatalarını görmezden gelen konuşmalar yapıyorsa, o siyasetçinin şansı Zekeriya Bey kadardır. Böyle bir siyasetçinin siyasî akıl ve mantığı ziyandadır.

Demek ki, siyaset kimi zaman insanın gözünü kör edermiş. Muhalefet olarak, milletin âli menfaatine ve derûnuna tercüman olacak bir yığın meseleyi konuşmak dururken, “efendim pederiniz zurna çalar mıydı” münasebetsizliğinden daha katmerli bir pot olan cuntacı askeriyeyi savunması, insanın, aklını peynir ekmekle yemesi gibi bir şey herhalde. Hayret ki hayret! Siyaset tarihinde klinik bir vak’a bu.

Asla düşmanlık duyduğumdan değil, tabanındaki dindar kitlenin insan içine çıkamaz oluşlarına üzüldüğümdendir bu acı fakat samimi sözlerim.

Bir siyasetçi, 12 Eylül Anayasası’ndan rahatsızlık duymuyorsa, az da olsa değişebilecek yeni anayasaya “hayır” diyebiliyorsa, onun millet çoğunluğundan yana olduğundan ve siyaseten akl’etme melekesinden şüphe edilir.

Sivil, İslâmî ve demokrat hayattan, bu eğilimdeki seçmenin oylarıyla gelen hükümetlerden haz etmeyen, psikolojileri bozulan, ellerinden gidecek olan “hegemonik güç” kaynaklarının azalmasından duyulan nevrotik rahatsızlıklar yaşayan bir kısım askeriyenin çivisinin çıktığı bir Türkiye’de, bir siyasetçi çoğu muhafazakâr olan bir kalabalığın önünde, hükümeti kastederek, “askeriyede bir yönetim değişikliği ve restorasyon mu düşünüyorsunuz?” diye feveran ediyorsa, onun aklından ve fikrinden kaygı edilir.

Dahası var; Türkiye’nin geçirdiği seksen küsur yıllık siyasî travmaya en çok askeriyenin sebep olduğunu bilmediğine, hiç askeriye darbesi yemediğine, hiç evden çıkmadığına, başkanı olduğu partisinin 12 Eylül sonrasında büyüklü küçüklü binlerce mensubunun çoğunun haksız yere tutuklanıp işkence görmesini hattâ idam edilmesini önemsemediğine ve nisyan ile malûl olduğuna kanaat edilir.

Bir siyasetçi, Genelkurmay’ın bizzat kendisinin başlattığı bünyesindeki kanserli ur hâline gelmiş olan darbeci psikopat subayların tutuklanmasının sebeplerini akıl ve fikir edemiyorsa, her darbenin arkasından askeriyenin sivil siyasete ve ekonomiye verdiği büyük zararı önemsemiyorsa, onun siyasî mantalitesinin düşük olduğu sonucuna varılır.

Bir siyasetçi, bu ülkede inadına veya tahammüden ulusalcı Türklük üstüne siyaset yapıyorsa, onun Hakkari’den Edirne’ye kadar bu ülkenin tarihten taşıdığı sosyal yapısına uygun bir siyasî görüşten ve İstiklâl Savaşında Doğudan Batıya yek vücut olan Osmanlı bakayası Türkiye’nin toplum yapısı bilgisinden mahrum olduğu anlaşılır.

Veyl, o siyasetçinin basiretsizliğine ve ferasetsizliğine tahammül eden kitlelere!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi