Mesleki Tükenmişlik Sendromu ve doktorlar
Mesleki tükenmişlik “kişinin mesleğinin özgün anlam ve amacından kopması, hizmet götürdüğü insanlarla(veya neyse) artık eskisi gibi ilgilen(e)miyor olması ya da aşırı stres ve doyumsuzluk içerisinde psikolojik olarak işinden uzaklaşması” olarak tanımlanmaktadır.
Yapılan araştırmalar tükenmenin kişide ilgisizlik, halsizlik, kronik yorgunluk gibi zaman zaman normal insanlarda da görülebilen basit durumlardan ağır depresif bozukluklara; işe gitmeme, yapılan işten zevk al(a)mama, kaytarma gibi hallerden verilen hizmetin niteliğinin ve niceliğinin düşmesine; anlayış ve hoşgörü eksikliğinden gerilimli, tartışmacı, dengesiz, alışılmamış yeni kimliklere (kişilik bozukluğu); alkol-sigara bağımlılığından psikosomatik hastalıklara (sedef hastalığı, alerjik hastalıklar, mide ülseri, bağırsak problemleri, kas krampları, nörotik ağrılar, gerilim baş ağrıları, psödötümörler vb); sabırsızlık, bir an önce işin bitmesini istemek gibi duygu ya da içsel dürtülerden baş ağrılarıyla dolu mutsuz, huzursuz ve de umutsuz bir hayat süreçlerine kadar pek çok olumsuzluğa sebep olduğunu ortaya koymaktadır.
Sonuçta; işinden soğuyan, canlılığını yitiren, çalışma şevki kırılan, yaptığı işten keyif almayan dolayısıyla daha çoğunu, daha iyisini yapmak ya da kendini yenilemek için çaba göster(e)meyen bu tükenmiş kişi mesleğine dair misyonunu kaybetmektedir. Bu duruma gelen meslek erbabının günlük aktivitesi de “sekiz-beş mesaisi, salla başını al maaşını” anlayışı içinde, “o ne yaptı bu ne giydi” gibi dedikodularla ya da “Fener-Cimbom muhabbetleriyle, borsa-at yarışı oynamalarla” dolu bir sürece dönüşmektedir.
Gerçekten, bir mesleğin ya da bir görevin verimlilik süresi nedir?
Mesela bir meslek erbabının aynı iş yerinde, aynı çevresel şartlar içinde çalışma süresi ne kadar olmalıdır? Kaç ay, kaç yıl, kaç dönem?
Bu soru bir futbolcunun aynı takımda yıllarca oynaması, bir yazarın aynı gazetede her gün aynı konuda bir şeyler yazması, bir doktorun aynı hastanede aynı iş arkadaşlarıyla, aynı mevzuatla, aynı idarecilerle, aynı ortamda hatta aynı hasta profiliyle çalışmak durumunda olması ya da bir siyasinin kaç dönem milletvekili olması, bir bakanın kaç yıl bakanlık yapması olarak da sorulabilir.
İş kanıksanmıyor mu? Heyecan kaybolmuyor mu? Canlılık yitirilmiyor mu?
Başlangıçtaki samimiyet, içtenlik, hizmet aşkı, o tükenmeyecek gibi görünen enerji muhafaza edilebiliyor mu?
İşe başlarken yani henüz belli bir noktaya yükselmemişken sahip olunan alçakgönüllülük, şeffaflık, dürüstlük gibi insani özellikler korunabiliyor mu?..
Sanıyorum bu soruları hem idareciler hem de çalışanlar kendilerine sormalı ve cevabını bulabilmeli; bulduğu cevabı da içine sindirebilmeli ve gereğini yapabilmelidir. Aslında buna “kendini aşmak” olarak da bakılabilir.
Ne yapılabilir?
Yaptığı işten mesleki anlamda tatmin ol(a)mayan,
İçinde bulunduğu şartlarda yararlı bir iş yaptığına ve hatta mevcut şartlar içerisinde ilerde de yapabileceğine inanmayan,
Moral motivasyonu yerlerde sürünen,
Hayata dair umutları sönmüş,
İşleyen sisteme olan inancı kaybolmuş,
Psikolojik durumu, işini artık sadece ekonomik zorunluluklar (hani; “kahrolası hânede evlâd-ı iyal var” demiş ya şair, o misal) nedeniyle ya da sosyal konumunu muhafaza etmek endişesiyle yapmak durumuna kadar gerilemiş,
Onu insan yapan özellikleri örselenmiş; duygusuz, soğuk, heyecansız, mekanik bir varlık olmuş,
Empati yapmaktan uzaklaşmış, insanlarla her türlü alış verişi azalmış, toplumla bağları kopmuş, sosyal hayatın dışına savrulmuş bir meslek erbabı…
Böyle bir durumda ne yapılabilir?..
Tedavi elbette kolay değildir. İş “klinik vaka” olmaya kadar bile gidebilir. Bu noktaya vardıktan sonra üstesinden gelmek muhakkak ki daha da zor olacaktır. En iyisi koruyucu hekimlik yani tükenmişliği oluşturan faktörlerin ortaya çıkmasına baştan müsaade etmemektir.
Ama “tükenmişlik” kendini göstermeye başlamışsa da yapılabilecek bir şeyler vardır elbette; hem meslek erbabınca ham de idari makamlarca. Öncelikle; kişi kendini gelişen olayların, bu olayları oluşturan olumsuz etmenlerin dışına çekebilmeli; tabir-i caizse titreyip kendine gelebilmelidir. Bunun için dayanılacak bazı güçler bulmak gerekir. Mesela; “hiçbir şeyin dünyanın sonu olmadığına dair olan inanç” gibi. Bu noktadan başlayarak hayata dair olan değer yargıları gözden geçirilebilir, tükenmişlik emareleri olan kişi kendini yeniden yapılandırabilir.
Bunun için iş ortamından biraz uzaklaşıp olumsuz etmenlerin etki alanından çıkılmalı (tatil, sıla-i rahim, gerekirse başka bir iş vb), iş dışında ilgi duyulabilecek uğraşılar edinilmeli, hobiler geliştirilmeli, kişiyi sosyal hayata bağlayacak ilişkiler kurulmalıdır. Aynı işte kalınmak durumunda ise iş içinde rutin akışı biraz olsun değiştirecek farklılıklara yönlenilmeli; mesela masa sandalye, oda düzeni, her gün muhatap olunan kişiler, alışkanlıklar, gerekirse çalışılan birim değiştirilmelidir.
Ama “tükenmiş”in kendinden beklenen bu davranışlar çoğu zaman gerçekleş(e)mez ya da harcanan çabalar yetersiz kalır. Bu durumda onun vereceği hizmet sistemi ve onu işletenleri de birebir ilgilendirdiğine göre idareye büyük görevler düşer. Mesela: Çalışanları maddi-manevi anlamda rahatlatmak, sözler ve davranışlarla moral motivasyonlarını üst düzeye çıkarmak, öz güvenlerini arttırmak, geleceğe dair olan endişelerini ortadan kaldırmak, toplumda kaybettikleri itibarlarını (statü) yeniden kazandırmaya yönelik çalışmalar yapmak, hem mevzuat hem de mahalle baskısı ile omuzlarına yüklenen ağır sorumlulukları hafifletmek üzere çalışmalar yapmak gibi
Söz gelimi idare bu tedaviye işyerlerine konan “Şikayet ve Dilek Kutusu” sözcüklerinden “şikayet” kelimesini çıkartarak başlayabilir. Zira bu kelime o insanların sanki şikayet edilmek üzere orada çalıştıklarını düşündürüyor insanlara. Hemen şikayete maruz kalınabilecek bir durumda çalışmak, George Orwel’in “1984”ü ya da Çetin Altan’ın “Büyük Gözaltı”sı gibi bir durumda çalışmaya benzer bir duygu yaratıyor ki hiç de işe yarar bir şey değil bu. “Madem şikâyet edileceğim ya da şikayet edilme riski bu kadar yüksek ise niye sıkıntılı bir işe gireyim” deniliyor ve özellikle zor-zahmetli işlerden kaçınılıyor, araştırma yapılmıyor, yeni şeyler denenmiyor. Sonuçta bu zoraki ve aynı zamanda biteviye süreç kişiyi meslekten soğutarak tükenmişlik sendromuna sürüklüyor.
Ve son cümle
Bugünlerde doktorların (özellikle yetişkin olanlar) büyük çoğunluğu “mesleki tükenmişlik sendromu”nun kapısında. Bu durum sadece onları yıpratmakla kalmıyor elbette; verilen hizmetin ve eğitimin kalitesini de düşürüyor. Şundan adım gibi eminim ki şimdilik zararları sadece doktorlar üzerinde görülen bu durumun olumsuz etkileri, maalesef eğitim ve hizmet alanını da içine alacak şekilde genişleyecek ve beş-on yıl gibi, bir milletin tarihinde çok da uzun sayılamayacak bir zaman dilimi içerisinde onulmaz ve de geri dönülmez yaralar açacaktır. Zira İbni Sina’nın dediği gibi (medeniyetin gerçek göstergesi olan, ŞŞ) “bilim ve sanat takdir görmediği yerden göç edecektir”.
Ve tıp dünyası için söylüyorum; gerçekten son yıllarda gösterilen onca çabaya, çoğu genel bütçeden karşılanan ve yılda kırk milyar doları aşan müthiş harcamaya, meslek erbabının bunca yük altında (şüphesiz daha iyi hizmet verebilmeleri için) tabir-i caizse ezilmesine rağmen hasta olan insanımıza, hastası olan insanımıza ve son zamanlarda giderek artan bir ivmeyle dünya yıldızı olmaya aday ülkemize yazık olacak.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.