Artçı hicap
Evden otoyola giderken yarım kilometre uzunluğunda, süs çalılarıyla bölünmüş, dümdüz bir caddeden geçmek zorundayım. Sürücülerin çoğu sorumsuzca hızlı gidiyor orada.
Çalıların yüksekliği insan boyunu aştığı için, caddenin bir yanından karşıya geçmek isteyen yayalar onların arasından çıkıncaya kadar görünmüyordu. Hep düşünüyordum, "Aceleci biri burada ezilir" diye. Geçen gün gördüm ki korktuğum olmuş:
Caddenin ortasında bir kalabalık... Gözler yerdeki cesette... Üstüne gazete kâğıtları örtmüşler.
Çok görmüş olduğum için ceset seyrine meraklı değilimdir. Üzüntüyle uzaklaştım çabucak. Dün sabah da baktım, belediye işçileri çalıları kısaltıyorlar. Sürücüler caddenin iki yanını görecekler; kaza tehlikesi azalacak.
İlk tepkim yetkililere kızmak oldu: "Önlem almaları için birinin ezilmesi şart mıydı?" Sonra aklım başıma geldi. Tehlikeyi gördüğüm halde ben ne yapmıştım? Niçin bir telefon açıp uyarmamıştım o yetkilileri?
Dahası, düşündükçe aklıma şu uğraşımın hakkını ne kadar verebildiğimiz sorusu da takıldı. Nedir yorumculuk? Gazeteler neye yarar?
Kurbanların üstüne örtülmenin ötesinde, kazaları belaları başa gelmeden önce görüp toplumu uyarma işlevinin kaçta kaçını yerine getirmekteler? Her şey olup bittikçe, seyrine baktığımız kargaşa üstüne ekranlarda çene çalmak mıdır görevimiz?
***
Çocukluğumun en pırıltılı anılarından birçoğu Savarona yatıyla ilgilidir. Anlatmıştım: babam Denizyolları'nın hukuk danışmanı olduğu için o nefis gemiye ara sıra yolu düşer, beni de yanına alırdı. Atatürk'ün oturup kalktığı yerlerde koşuşur, koltuklarına saygılı bir merakla el sürerdim.
Kiralayanların yatı nasıl kullandıklarına ilişkin haberleri duyunca irkildim, anneannemin açıkta bırakılmış seccadesine karga pislemiş gibi oldum. O güvertelerde Atatürk'ün son aylarında çekilmiş resimlerindeki hüzünlü yüzü gözümün önüne geldi. Mırıldanıyordu sanki:
"Köhne Ertuğrul yatıyla İngiliz Kralı'nı gezdirirken bacadan çıkan dumanın isi konuğun beyaz ceketini kirletti. Yeni yat ısmarlanmasını o zaman istedim. Kendim için kabullendiğim tek pahalı güzellik de Savarona'ydı. Şimdi onu böyle kirletmekten utanmadınız mı, çocuk?"
İlgili bakanların "Kira anlaşması feshedilecek, yat müze olacak" demeleri de yüreğime su serpmedi. Tersine, öfkelendim.
Akılları neredeydi? Savarona'ya onurlu geçmişine uygun bir statü sağlamak üzere davranmak için randevuevi durumuna düşürülmesini beklemek mi gerekiyordu?
***
Sonra, düşündükçe, tek yönlü suçlamaların yerini yine daha dengeli yargılar aldı kafamda.
Bir kere, ayıp olan o yatın kiralandıktan sonra nasıl kullanıldığı değil.
Kiralanması.
Üstünde babanızın öldüğü karyolayı eskiciye satarsanız, ondan sonra başına neler geleceğine karışamazsınız. İçinde fahişeler icra-yı sanat da eder, şantajcılar durumları kayda da alır, adam da boğazlanır, her şey olur.
Savarona başlangıçta müze yapılmalı ya da uygun bir kamusal işlevle onurlandırılmalıydı.
Peki, yalnız politikacıların mı göreviydi bunu sağlamak? Şimdi ayıplama yarışına girenler niçin o zaman üstlerine düşeni yapmadılar? Sponsorluk cakacıları ellerini ceplerine atamaz, medya yıldızları ilgilerini lütfedemez, Atatürk Kültür Merkezi'ni zombiye çeviren dernekçilik yiğitleri kampanya açamazlar mıydı?
Neyse, bundan sonrasına bakalım. "Üzülmeyin," diyelim, "her zamanki gibi arkadan gelir."
Ne mi arkadan gelir?
Bilirsiniz. Türk'ün aklı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.