Ebediyet davasının gönüllülerinden ebediyete göçenleri hatırlamak
Bazen dilinize bir şey takılır, farkında olmadan tekrarlarsınız…
Dün bana da öyle oldu. Kendimi, Namık Kemal’den bir beyti durmadan tekrarlarken yakaladım:
“Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal,
“Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdıma!” (Genel dertler [memleket hallerine ilişkin] karşısında billahi kendi derdim aklıma bile gelmiyor).
Böyle hissetmek zordur. Memleket ahvalinden kaynaklanan toplumsal dertleri kendi dertlerinin önüne çıkarıp kendi dertlerinden önce onlara çözüm aramak için kendini vakfetmek, sadece “adam gibi adam”ların işidir.
Bu “adam gibi adam”lara da “insan-ı kâmil” diyorlar.
Genel olarak “Rabbena hep bana” anlayışının hayata hâkim göründüğüne bakmayın. Bu bencil dünyada bile, “Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdıma!” diyebilecek seviyede fedakâr gönüller yaşıyor…
Ama onlar son derece mütevazı olduklarından öne çıkmak, görünmek, alkışlanmak istemiyorlar. Mükâfatı sadece Allah’dan bekleyip ellerinden gelen hizmeti yapıyorlar. Toplum farkında olsun olmasın toplumun ıslahı, selameti, düzeni için kendilerini feda ediyorlar.
önderleri sanırım Hz. Ebubekir’dir. Doğruluğundan, sadakatinden, bağlılığından dolayı “Sıddık” unvanıyla birlikte anılan bu peygamber dostu, inancı ve davası için, gerektiğinde tüm mal varlığını, gerektiğinde canını ortaya koyabilmiştir.
O denli fedakârdır ki, ümmet için fedakârlıkta sınır tanımaz. Hz. Cebrail, Cehennem’e ilişkin ayetlerle geldiği gün titrer, ürperir, arkadaşlarına bakar, kıyamaz ve en müthiş fedakârlığını yapar:
“Benim bedenimi çok büyütüp Cehenneme at ki, ey Rabbim, Cehennemde ümmet-i Muhammed’e yer kalmasın!”
Bu ifadeler sınırsız insan sevgisinin, derin kardeşliğin ve limitsiz bir fedakârlığın eseridir. Hz. Ebubekir imanıyla ahirete-ebediyete inanan birinin bu şekilde kendini feda edebilmesi kolay olmasa gerektir.
Hz. Ebubekir yüreğinin çağa yansımasını kâh Bediüzzaman’da, kâh Süleyman Hilmi Tunahan’da, kâh Gönenli Mehmed Efendi de, Sami Efendi’de ve daha birkaç isimde görebiliyoruz.
Bu isimler, ülkenin kıblesinin âdeta farklılaştırıldığı, ders kitaplarında inkâr fırtınalarının estirildiği, bazı camilerin satıldığı, ezanın “Muhammedî” kimliğinden çıkarılıp okunduğu, din eğitiminin, haccın, hatta sanat ve halk müziğinin radyolarda çalınmasının ve gazetelerde “dinden ima ile” dahi bahsedilmesinin yasaklandığı bir dönemde, tüm dünyalarını ortaya koydular…
Bediüzzaman, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu cihana ispat edeceğim” cümlesinde özetlediği “iman” davası için dünyasıyla birlikte hayatını da ortaya koydu.
Hz. Ebubekir’in çağa yansıyan yüzü gibiydi. Tıpkı onun gibi büyük bir fedakârlık gösterdi:
“Bir elime dünyamı bir elime ahıretimi aldım, tek dünyalılar meydanıma gelmesin!” diyerek hayata meydan okudu.
Zindanlara direndi. Her türlü hicranı yaşadı. Sevaplarının bile günah sayıldığı yanlış bir dünyada, zaman zaman “mücrim” muamelesi gördü. Vatana hizmeti bile sorgulandı.
Esarette, “Ben bir İslâm âlimiyim, âlim olmayanların önünde ayağa kalkmam!..” diye gürledi Rus Başkomutanı Nikola Nikolaviç’in suratına karşı; Divan-ı Harp Mahkemesi’nde “Zalimler için yaşasın cehennem!..” diye kükredi. Sehpaların altında namaz kıldı.
O devrin “kuş uçmaz, kervan geçmez” bir dağ köyü olan Barla’ya sürüldüğünde, sadece sırtındaki elbiseleriyle, içine tüm dünyasını sığdırdığı bir bohçası vardı. Dünyasını bir sırığın ucuna geçirmiş, sırığı omzuna atmıştı. O haliyle Eğirdir Gölü’nden Barla’ya doğru tırmanırken, pervasızdı. İçin için “tek dünyalılar”ın haline gülüyordu.
Sanki dünya tersine dönmüştü: Dünyalıklarını dünyaya sığdıramayanlar, tüm dünyasını bir bohçaya sığdırmış insandan dünyanın hesabını soruyorlardı.
Başlangıçta yapayalnızdı. Gündüzlerini düşünüp yazarak, gecelerini bir çınar ağacının tepesinden yıldızları okuyarak geçiriyordu.
Derken yanına biri geldi, sonra biri daha geldi. On iken yüz, yüz iken bin ve milyon milyon oldular. Ama ilk halkayı teşkil eden isimler, kelle koltukta gelmişler, kendilerini ebediyet davasına adamışlardı. Talih kapısı yerine önlerine zindan kapıları açıldı. Zindanlar talihleri oldu. Ebediyet sırrına ulaştılar.
Yaşadığımız günler, Bediüzzaman’ın çevresindeki ilk halkayı oluşturan talebelerinden Zübeyir Gündüzalp (02 Nisan 1971), Tahiri Mutlu (03 Nisan 1977) ve Mehmed Emin Birinci’nin (03 Nisan 2007) ölüm yıldönümüdür.
Bu insanlar salt kendileri için yaşamayı reddedip insanlık için yaşadılar. Yüreklerindeki kıbleyi topluma açtılar…
Böyle yaşayan ve hizmet edenleri, ashabın günümüze yansıyan amacı olarak algılıyor, hepsini rahmetle anıyor, minnetle selamlıyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.