Yavuz Sultan Selim ve babası
Yavuz Sultan Selim, sevgili dostum İskender Pala’nın son romanı münasebetiyle edebiyat gündemimize oturdu…
Bu münasebetle birçok soru geldi: Neden Yavuz, babasına karşı çıkmıştı, II. Bayezid gerçekten “gafil” bir Padişah mıydı, Yavuz ve Şah İsmail olayının perde arkası nasıldı, neden Müslüman ve Türk olan taraflar bir birine girmişti?
Bu sorulardan dolayı fevkalâde memnunum, zira bundan otuz sene kadar önce Yavuz’u yazmak nasip olmuş, malzeme toplamak için yaptığım arşiv çalışması sırasında defalarca şaşırmıştım ve Yavuz’a, “Osmanlı Devleti’nin Üçüncü Kurucusu” demek lâzım geldiğini o zaman fark etmiştim…
Biliyorsunuz Osmanlı Devleti, Osman Gazi tarafından kuruldu. Bu yüzden eski tarihlerimiz, Osman Gazi’ye, “İnşa edici” anlamında “Münşi” der… Ancak Osman Gazi’nin kurduğu devlet, Timur tarafından, Ankara Savaşı (1402) sonrasında darmadağın edildi…
Osmanlı’nın dördüncü hükümdarı Yıldırım Bayezid esir edilip Semerkand’a götürüldü. Anadolu’da Osmanlı’ya tabi olmuş ne kadar beylik varsa Timur’un emriyle hortladı: Osmanlı topraklarını talân ettiler…
Ardından Yıldırım Bayezid’in oğulları arasında müthiş bir “baht kavgası” başladı. Yıldırım’ın her oğlu bulunduğu yerde saltanatını ilân etti. En büyük parça kardeşlerin en büyüğü olan Süleyman Çelebi’ye düşmüş, bazı toprakları Bizans’a terk etme karşılığında, Edirne’de saltanat sürmesine izin verilmişti. Balkanlar da ona bağlıydı.
Yıldırım öldükten sonra, onunla birlikte Semerkand’a götürülen oğullarından Mustafa Bey (Osmanlı kaynaklarının “Düzmece Mustafa” dediği) de kardeş kavgasına katıldı.
Süleyman Bey, Mehmed Bey (Çelebi Mehmed), İsa Bey, Musa Bey ve Mustafa Bey arasında cereyan eden bu amansız, amansız olduğu kadar da anlamsız kavga, yaklaşık 11-12 sene sürdü. Tarihlerimiz bu döneme “Fetret Devri” ya da “Fasıla-i Saltanat” diyor.
Nihayet Çelebi Mehmed kardeşlerini yenmeyi başardı. Ardından Anadolu birliğini tekrar sağladı. İşte bu yüzden tarihlerimiz “İkinci kurucu” anlamında, Çelebi Mehmed’e “münşi-i sani” dediler.
Peki neden Yavuz Sultan Selim’e “Üçüncü kurucu” demek gerekiyor?..
Çünkü, Yavuz olmasaydı, Şah İsmail önce Anadolu’yu Osmanlı’dan koparacak, ardından İstanbul üstüne yürüyecekti. Bütün işaretler bunu gösteriyor, zaten Şah da amacını saklama gereği duymuyordu.
Çünkü tahtta, Şah’ın her söylediğine her nasılsa inanan Veli Bayezid (II. Bayezid) oturuyordu. Mektuplarında “Cennetlik babacığım” diye hitap ederek, zaman zaman bağlılık bildirerek, hediyeler göndererek, “Ben de İslâm Dini’nin yücelmesi için gece-gündüz çalışıyorum” şeklinde yalanlarla kandırarak iyi niyetine inandırmıştı.
O kadar ki, Bayezid, oğlu Yavuz’un tüm ikazlarına kulaklarını tıkamış, “Şah oğlu bize ihanet etmez” diye kestirip atmıştı.
Yavuz ise, olayı çoktan çözmüştü: “Şah oğlunun emeli Osmanlı’ya hükmetmektir” diyordu. Kaç kere babasına mektuplar yazmış, “haddimiz olmayarak” diye başlayan ikazlarda bulunmuş, ancak dinletememişti.
Gerçi Sultan İkinci Bayezid “yumuşak huylu” bir padişah olarak tanıtılır, ama aslında yerine göre fevkalâde serttir. Hele de “devlet” söz konusu olduğunda…
Padişahlık hayatı buna şahittir. Meselâ serkeşlik eden İtalya’yı dize getirmiştir. Cem Sultan gailesini sert tedbirleriyle bertaraf etmiştir. Macaristan’ı vergiye bağlamış, yıllık haracını ödemeyen Boğdan Vovodası’nı yola getirmiştir… Çelebi Mehmed ve Fatih tarafından üç kez kuşatıldığı halde bir türlü fethedilemeyen Akkerman Kalesi’ni fetheden de odur.
Yani, Sultan II. Bayezid, “yumuşak başlı” biri değildir. Ama ne hikmetse, Şah İsmail sözkonusu olduğunda yumuşuyor, sanırım Müslümanın Müslüman’ı, Türk’un Türk’ü kırması ihtimalini göze alamıyordu.
Bu yüzden de Yavuz’un ikazlarını kulak ardı ediyor, “Dünkü sabiden ders almazız” diyordu.
Gerisi yarına kalsın…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.