İn-çık... Gece al, gündüz sat... İşte Mardin
Mardin, gerçekten de “büyüleyici” bir şehir... Daha uçakta iken, kaptanımız Mardin üzerinde bir tur attı ve Mezopotamya Ovası’nın güzelliğini görmemizi sağladı... Öyle bir güzellik ki, anlatılır gibi değil... Hani, eskiden kadınlar; “kumaş”ların büyükçe parçalarını kare veya dikdörtgen şeklinde kesip, onları birleştirerek “yorgan yüzü” yaparlardı ya; “Mezopotamya Ovası” da, işte öyle bir şey... Ovaya, tam bir “renk cümbüşü” hakim... “Yeşil, sarı, kahverengi...”, renklerin her tonu var... “Gökkuşağı”, sanki havada değil de, toprağın üzerinde...
Anlatmakla olmaz...
Görmek, yaşamak lâzım.
SANKİ BİR OKYANUS
Ben, bir de Hatay’daki “Amik Ovası”nı seyrederken aynı duyguya kapılmıştım.
Uçsuz-bucaksız topraklar, sanki bir “okyanus” gibi... Zaten, Mardin Valisi Hasan Duruer de öyle tasvir ediyor Mardin’i;
“Başı göklerde, ayağı okyanusta olan bir şehir.”
Gerçekten de, “uçsuz-bucaksızlığı” en iyi tanımlayan ifade bu: “Okyanus!”
Bu “okyanus”un en iyi görülebildiği şehir de, Mardin... Hele de, akşamleyin güneş batarken, seyrine doyum olmuyor.
Tabiî, tek özelliği, “güzelliği” değil... Mezopotamya Ovası’nın üzerinde bulunduğu topraklar, bir anlamda “insanlığa beşiklik etmiş” topraklar... Kimler gelmiş, kimler geçmiş bu topraklardan.
Nice “medeniyet”ler, nice “alim”ler ve nice “din”ler yaşamış bu topraklarda... Şimdi, onları günyüzüne çıkarmak için “kazı çalışmaları” yürütülüyor...
Meselâ, Dara’da, hummalı bir çalışma var... Dara, antik bir köy... Ne var ki; köylüler de, “kazı sahası”nın üzerinde...
Vali Bey, gerek bu “kazı çalışmaları”, gerek “tarihî doku”nun ihyası için, Hükümet’ten şu talepte bulunmuş:
“Bana 2 F-16 parası verin, yeter!”
Topu topu, 100 milyon lira...
Son derece iddialı!..
“Bu para verilirse” diyor;
“Mardin, Efes’ten daha fazla turist çeker!.. Çünkü Mardin, ikinci bir Efes’tir!”
SÜRYANİLERİN DİNÎ YAŞANTISI
Uçaktan inip, 600 öğrencisi olan Atak Koleji’nde kahvaltımızı yaptıktan ve Vali Bey’den, Mardin hakkında kısa bir brifing aldıktan sonra, Zinciriye Otel’e yerleşip, kısa bir süre dinleniyoruz.
Sonra Kaburgacı Selim Amca’da öğle yemeği yiyip, doğruca Deyrulzafaran Manastırı’na gidiyoruz... Deyrulzafaran Manastırı; adını, binanın harcında kullanılan “safran otu”ndan alıyor...
Safran otu, kırmızımsı bir renk vermiş binaya...
Bina, tam 3 bin 650 yıllık... “Güneşe tapanlar” tarafından inşa edilmiş... Sonra, bakmışlar ki “güneş, yıldız, ateş veya ay”dan “tanrı” olmaz, M.S. 31 yılında “Hıristiyanlığı” seçip, “Kadim Ortodoks” olmuşlar.
Şu anda, Mardin’de 3 bin, Midyat’ta da 500 kadar Süryani varmış... Mardin’de doğup da Avrupa’da yaşayan Süryani’lerin sayısı 350 bin kadarmış...
Bu bilgileri, “Süryani bir Manastır görevlisi”nden alıyoruz...
Bir ara sordum; “Sizi diğer Hıristiyanlardan ayıran özellik nedir?.. Nasıl ibadet ediyorsunuz?”
Pazar günleri, diğer Hıristiyanlar gibi “ayin” yapıyorlarmış... Ama “her gün” ve “günde üç vakit” başka ibadetleri varmış... Tıpkı “Müslüman”lar gibi; “ellerini açarak dua” ediyorlarmış!.. Asıl ilginci ise şu; özellikle “oruç” günlerinde, yere kapanıp “secde” ediyorlarmış!..
“Nasıl” dedim; “Taş zemin üzerine mi secde ediyorsunuz?”
“Hayır” dedi Süryani genç;
“Secde edeceğimiz zaman yere halılar seriyoruz!”
Hazır yakalamışken, sordum;
“Sizde de örtü tartışmaları oluyor mu?”
“Kesinlikle hayır” dedi;
“Bırakın tartışmayı, bizde bu konunun konuşulması bile yasaktır!”
“Hayret” dedim kendi kendime; “Bizdeki laikçiler, Süryaniler kadar bile olamamış!”
DARA’DA SU SARNICI
Manastır’dan çıkıp, Mardin Müzesi kontrolünde kazı çalışmalarının yapıldığı Dara Antik Kenti’ne gidiyoruz.
Burası için, “İkinci bir Efes” diyorlar. Bulunan “heykel”ler, “küp”ler, “sikke”ler ve el aletleri, Mardin Müzesi’nde sergileniyor.
Benim en çok ilgimi çeken, “Yerebatan Sarayı”nı andıran “Su Sarnıcı”nda kullanılan “teknoloji” oldu... Bazılarının, yakın zamana kadar, “mahkûm”ların atıldığı “hücre ve mahzen” olduğunu zannettiği yer, aslında, o dönemde “100 bin nüfuslu” şehrin “temiz su” ihtiyacını karşılayan bir “depo” imiş!..
Dağlardan gelen sular; uzunluğu yaklaşık 100 metre, genişliği 2 metre olan “kanal”larda arıtılarak, depoya akıyor.
Peki, derinliği 30 metre olan depoda biriken su, dışarı nasıl akıtılıyor... İşte burada “harika bir teknoloji” kullanılmış... Sarnıç, “iki depo”dan oluşuyor... Biri “daha yüksek” olan, su toplama deposu... Şehre su verileceği zaman ikinci deponun kapakları açılıyor ve su o “tazyik”le dışarı akıtılıyor.
O zaman bu “teknoloji” düşünülmüş ve uygulanmış ise, günümüz insanı “ileri teknoloji” kullandığını söyleyip, boşuna hava atmasın!..
Teknoloji ise, al sana teknoloji!..
KÜRTLERİN CEM YILMAZ’I
Cuma günü Manastır ve Dara’yı gezip, o günkü şehir turumuzu tamamlıyoruz...
Ertesi gün “Çalıştay” var.
Dün de ifade ettiğim gibi; Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Medialog Platformu ile Mardin Valiliği’nin ortaklaşa düzenlediği çalıştaya; İstanbul, Ankara ve çevre illerden gelen “70 kadar gazeteci” katıldı.
Gün boyu; “terör” başta olmak üzere, “Doğu ve Güneydoğu’nun sorunları”nı konuştuk...
Bu arada, dün anlatmayı unuttuğum bir “anekdot” aktarmak istiyorum.
TRT-Şeş’in Koordinatörü Fethullah Kırşan Bey anlattı...
“Kürtlerin Cem Yılmaz’ı” olarak tanınan Murat Batgi, TRT-Şeş’in açılış töreninde, bir “protesto gösterisi” yapmış... Bu kanalın “Kürtleri aldatmaya” ve hatta “asimile” etmeye yönelik yayınlar yapacağını ifade eden sözler sarf etmiş!..
Aradan günler, haftalar geçince ne olmuş biliyor musunuz;
Murat Batgi, gelmiş Fethullah Bey’in yanına; “Kusura bakmayın” demiş; “Ben, o gün çok önyargılı davrandım... Şimdi görüyorum ki, yanılmışım... Ben de katkıda bulunmak istiyorum.”
“Şimdi” diyor Fethullah Bey;
“Dünyada bir ilk olarak, Murat Batgi, TRT-Şeş’te Ciran Ciran yani Komşu Komşu adlı bir program yapıyor, çok da seviliyor.”
Hani, derler ya;
“İnsan, bilmediğinin düşmanıdır.”
Murat Batgi’de de böyle bir “önyargı” varmış... O “duvar” yıkılınca, ortaya bambaşka “dostluk”lar çıkmış...
Demek oluyor ki;
“Düşmanlık”ların yerini “barış ve huzur”un alabilmesi için “önyargı duvarları”nı yıkmak gerekiyor!..
Bu, sadece Murat Batgi için değil, hemen herkes için geçerli!..
Özellikle de “Beyaz Türkler” için!..
ÖZAL’A “KUYRUK” KONTROLÜ
“Önyargı” dedim de, aklıma geldi...
Rahmetli Turgut Özal ve Musa Anter, birer “Kürt” ya... O yıllarda, bir “kuyruklu Kürt” lâfıdır tutturulmuş, gidiyor ya; Kürtlerin, “insan” mı, yoksa “başka bir mahlûk” mu olduklarını anlamak için, elbiseleri çıkarılıp, “kuyruk”ları var mı diye kontrol edilmiş, iyi mi?!?
Bir Mardinli olan Orhan Miroğlu, tıpkı Musa Anter gibi; merhum Turgut Özal’ın da ilköğretimi Mardin’de okuduktan sonra, kaldığı Adana’daki yatılı okulda aynı akıbete uğradığını anlattı... “Rahmetli Turgut Özal, kendisine nasıl kuyruk kontrolü yapıldığını Canip Ağabey’e (Yıldırım) anlatmış” dedi.
Bir “anekdot” da, Haber-7’nin yöneticisi Ünal Tanık’tan...
Adıyaman Üniversitesi öğretim üyesi Ramazan Topdemir, Ünal Tanık’a, “Kuyruklu Kürt” konusu ile ilgili Nazım Hikmet’ten bir anekdot göndermiş... Özeti şu:
“Nazım Hikmet eserlerinde Kürtlere geniş yer vermemiştir... Sadece ‘Memleketim’den İnsan Manzaraları’ adlı şiir kitabının 87 ile 261. sayfalarında Kürtlerle ilgili şu kısa dizelere yer verir. Aydınlı Jandarma Başçavuşu Hüsnü’nün, karısı Emine’yi konuştururken şöyle yazdığını öğrenmekteyiz;
Hüsnü Çavuşla on beş yıl, bayan hemşire,
kalmadı gezmediğimiz yer.
Karadeniz’de içinde Lazların,
şarkta Kürtlerin arasında
Kürtlere kuyruklu derler
yalan.
kuyrukları yok.
Yalnız çok asi, çok fakir insanlar.
Zenginleri de var
ama az...”
100 yıl öncesine kadar “kardeşçe” yaşayan, Çanakkale ve İstiklâl Savaşı’nda omuz omuza çarpışıp, mezarlarda koyun koyuna yatan bu insanları; son bir asır içinde “kim”ler ve “nasıl” birbirine düşürdü, nasıl “kanlı-bıçaklı” hâle getirdi, bunların iyi düşünülmesi lâzım!..
Dün, “Kürt ağaları” vardı, halka zulmederdi... Peki, bugünkü “terör ağaları”nın onlardan farkı var mı?.. Kürt ağaları “ter”den besleniyordu, terör ağaları ise “kan ve gözyaşı”ndan besleniyor!..
İNECEKSİN-ÇIKACAKSIN!
Çalıştay’da, işte bunları konuştuk ve “savaş dili” yerine “barış dili”nin egemen olması için, “herkese görevler düştüğü” üzerinde mutabık kaldık.
Ertesi gün, bir “Mardin Turu” daha yaptık... “Defile” ile gündeme gelen Kasımiye Medresesi’ni, Kırklar Kilisesi’ni, Mardin Müzesi’ni ve Zinciriye Medresesi’ni gezip, Tarihi Sürur Han’da yemek yeyip, “Mırra” içtik...
Yalnız, bu geziler “kolay geziler” değil... Mardin, bir “dağ” üzerinde kurulduğu için, gideceğiniz yere; ya “merdivenlerden inerek”, ya da “merdivenleri çıkarak” gidiyorsunuz...
Onun için, “Mardin’i tarif” etmek için, şu ifadeyi kullandım:
“İneceksin!.. Çıkacaksın!”
Ya da, kısa ifadesiyle;
“İn, çık... Mardin!”
İşte bu özelliğinden dolayı; “kilolu bayanlar” veya “göbekli erkekler”in, zayıflama salonlarına para dökmelerine hiç gerek yok... Gitsinler Mardin’e, kalsınlar bir hafta; “merdivenleri ine-çıka” bütün kilolarından kurtulurlar.
Sonra öğrendim ki;
Mardin’in bir özelliği daha varmış...
Mardin için;
“Gece satın al, gündüz sat!” derlermiş... Özellikle yaz aylarında gündüzleri çok sıcak, geceleri ise son derece serin olur, yani tadına doyum olmazmış!..
Gerçekten de öyle...
Geceleri, bir başka güzel...
Hele “ışıklandırma”larla!..
EL-CEZERÎ KÜTÜPHANESİ
Öyle inanıyorum ki;
Sadece “Mezopotamya Ovası” ve “Manastır”ları ile değil, Vali Bey’in Kasımiye Medresesi bünyesinde açmayı plânladığı El-Cezerî Kütüphanesi ile de adından söz ettirecek bir şehir.
Medresede düzenlenen “defile” ile çok tartışılan Vali Hasan Duruer, aynı medresede “El-Cezerî Kütüphanesi”ni açarsa, “kültür tarihi”mize çok büyük bir hizmet yapmış olacak... Çünkü El-Cezerî, “mekanik tarihinin tartışmasız en büyüğü” olarak biliniyor... Kendisi “Sibernetik” biliminin de öncülerindendir.
El-Cezerî ile birlikte, “bizim değerlerimiz” olan Cemaleddin el-Mardinî, Ahmed İbn İdris İbn Yahya el-Mardinî ve Mustafa el-Mardinî gibi “bilim adamları” hakkında da çalışmalar yapılıp, onlar da günümüz insanına tanıtılırsa, çok hayırlı bir iş yapılmış olur, diye düşünüyorum...
Kısacası; gerek “siyasal ve sosyal” boyutuyla, gerek “tarihî ve kültürel” boyutuyla, son derece dolu ve doyurucu bir 3 gün geçirdik Mardin’de...
Bu geziye vesile oldukları için Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı mensuplarına, güzel bir “ev sahipliği” yapan Mardin Valisi Hasan Duruer’e, kafilemizdeki “meslektaş”larımıza, bize çok sıcak ilgi gösteren “yerel medya mensupları”na ve beni ellerinde Akit’le karşılayıp boynuma sarılan Mardinli okurlarımıza ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Unuttuklarımızı sonra yazarım inşallah...
============================
Üretilmiş bir kavga mıydı?
Biliyorsunuz, “Saadet Partisi’ndeki iç kavga”nın ardından, Numan Kurtulmuş istifa etti ve yeni bir parti kurdu...
Demek oluyor ki, içeride “ciddi bir kavga” vardı.
Aynı kavganın bir benzeri CHP’de yaşandı...
Kemal Kılıçdaroğlu ve Önder Sav arasındaki kavgada, “çok ağır sözler” sarfedildi... Birbirlerini “korku imparatorluğu kurmak” ve “CHP’nin eksenini kaydırmak, partiyi aşiret mantığı ile yönetmek”le suçladılar... Tam, “CHP bölünmenin eşiğine geldi” diyorduk ki, bir de baktık, ortalık sütliman!..
“Tokalaşma”lar, birbirlerine “başarı” dilemeler ve “kucaklaşma”lar!.. Önder Sav, tam “10 yıl 28 gün”dür sürdürdüğü Genel Sekreterlik görevini Süheyl Batum’a devretti, pılısını-pırtısını toplayıp gitti!..
Demek oluyor ki; “yapay bir kavga” vardı...
Buna, “kayıkçı kavgası” da denilebilir...
Düşünüyorum da; bu kavga, “üretilmiş bir kavga” mıydı acaba?.. Amaç, “Kılıçdaroğlu’nun yaldızını parlatmak” mıydı?.. Milletin, bu “yapay kavga”ya bakıp; “Vayy bee, Kılıçdaroğlu ne kadar güçlüymüş ki, Önder Sav gibi bir adamı harcadı!” demesi mi istendi?..
İnsan, ister istemez soruyor;
“Ortalık madem sütliman olacaktı, bu kavga niye yaşandı?”
Herhalde, “genel başkan”dan “lider” çıkarmak için!..