Gökhan Özcan

Gökhan Özcan

Dağdaki çoban olabilmek...

Dağdaki çoban olabilmek...

Tartışma malum, dağdaki çobanın oyunun itibarı enine boyuna tartışılıyor. Bu tartışmanın ciddiye alınıp bu kadar uzun sürdürülebilmesini, kamuoyunun göz önündeki simalarının sınıfsal aidiyetlerine bağlıyorum. Yoksa ne bizim ülkemizde, ne bir başka ülkede böyle bir konunun ciddiye alınma ihtimali olabilir. Bu konuya ilişkin bir önceki yazımda tartışmanın neden vitrine edildiğini ve nasıl bir sınıfsal çıkış noktasından hareket edildiğini vurgulamaya çalışmıştım. Hadisenin kökü ciddidir ve fakat tartışma ciddi değildir.

Bu ülkede elinden gelse "Halkı itlaf edelim!" diyebilecek tıynette insanlar bulunduğunu da biliyoruz. Ciddiye almamak lazım sosyolojimizin bu defolu ürünler reyonunu...

Ama hazır "dağdaki çoban"dan laf açılmışken ciddiye alınması gereken bir başka noktaya bakmadan geçmeyelim. Bu kelimeyi defalarca sesli olarak telaffuz ettim, bende kesinlikle müthiş bir saygı ve heyecan uyandırıyor. Delikanlı zamanlarımda büyük kentlerin beni nasıl çektiğini çok iyi hatırlıyorum. İşsiz kaldığım için doğduğum ilçede geçirmek zorunda kaldığım bir yıl, üstüme uyanması olmayan bir kâbus gibi çökmüştü. Büyük kentlerin küçük yerleşimlere, sissizliğin hüküm sürdüğü taşraya, münzevi kasabalara, köylere göre daha çok imkân, daha çok hareket, daha fazla devinim vaat ettiği bir gerçek elbette. Ama aslında insana gerekli olan birçok şeyi, mesela zamanı, dinginliği, berrak bir zihni, huzur ve sessizliği elinden aldığı da bir başka gerçek...

Birçok insan için büyük kentlerin dağdağası kolay terk edilebilir bir şey değil hâlâ... Oysa günleri kontrolsüz bir seğirme gibi geçiren bu hantal, telaşlı, gürültülü, gri kütlenin bir parçası olmak her yıl daha da zor gelmeye başladı bana. Kentin vaat ettiği nimetlerin, elimden aldıklarından çok daha az değerli olduğunu keşfediyorum zaman geçtikçe. Hayatın böyle bir döngüsü var, ilerleyen yaşlarınızda delikanlılığınızdan çok daha farklı duygulara, özlemlere ve rahatsızlıklara sahip olabiliyorsunuz. Bunu bir yere kadar doğal karşılamak, delikanlılığı ve çok yaşamışlığı ayrı ayrı değerlendirmek, kimseye haksızlık etmemek gerek.

Ama yine de bir konuyu ısrarla vurgulama hakkını kendimde görüyorum, o da şudur: "Dağdaki çoban", insanlık için en eski zamanlardan en yeni zamanlara bir ilham kaynağı, bir imge, bir efsane olarak daima hayatın tabiatına, insanın fıtratına dair güzel çağrışımlar yapan bir hayat karakteri olmuştur. Neden böyle? çünkü dağdaki çoban, sürüsü dışında hiç kimsenin bulunmadığı o ıssız dağ başında, hem yeryüzünün, hem insanlığın en yalın, en takısız, en takıntısız halini yaşamaktadır. Bu gerçek, her şeyin tabiatından fersahlarca uzaklaşma eğilimi taşıdığı şimdiki zaman için bile önemli ölçüde geçerlidir. Bu sebeple, dağdaki bir çobanın "oy"unun bir toplumun tamamının oyuna eş değer olduğunu hiç vicdanım sızlamadan söyleyebilirim. çünkü dağdaki her çoban, hayatın özüne, varlığın hakikatine, vicdanının sesine dokunmaya bütün insanlardan daha yakındır. Bugün cehaletin en görünür biçimde kendini gösterdiği karakterlere bakın, ne demek istediğimi o kimliklerde bariz biçimde göreceksiniz!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Gökhan Özcan Arşivi