Seçkinler ve seçkinciler
Türkiye'de yaşanan kavganın bir tarafında merkezci seçkinlerin bir tarafında da alttan gelen halk tabakalarının bulunduğunu söylemek bazı şeylerin anlaşılmasını zorlaştırıyor. Yaşanan kavganın kalitesine, tarafların çatışmada başvurdukları güç ve imkan dengelerine bakıldığında bu karışıklığın nedenleri daha iyi anlaşılıyor.
öncelikle, "seçkin olma" bir kalite düzeyini ifade ediyorsa yaşadığımız çatışmanın seçkinci addedilen tarafının göz doldurur herhangi bir kalite ortaya koyduğunu söylemek çok zor. Aksine alabildiğine kalitesiz, kuralsız, seviyesi diplere vurmuş, iktidar mücadelesinde kullanamayacağı veya harcayamayacağı hiçbir değer tanımayan, gözü dönmüş, kendini kaybetmiş bir manzara, hiçbir seçkinlik düzeyini ifade etmiyor. Bunca yıldır toplumun seçkinleri konumunda olanların mücadele süreçlerinde kendilerine bir töre, bir adap bir tarz veya hatta racon geliştirmiş olmalarını bekleyebilirdik, oysa yok öyle bir şey.
İkincisi, bu iktidar kavgasının öbür tarafı, yani demokrasi veya halkın iradesiyle kendini gösteren tarafı Türkiye'nin siyasi tarihinde artık azımsanmayacak bir güç birikimi geçmişine sahiptir. Türkiye demokratik hayata geçtiği günden beri sözümona iktidar seçkinleri denilen kesimlerin temsil ettiği partiler hiç seçim kazanmamış. Seçimleri hep bu seçkinlerin dışındaki, merkezin dışındaki halk kesimleri kazanmış.
Bu durum haklı olarak bazı soruları akla getirmektedir: 1950 yılından beri Türkiye'yi en azından hükümetler düzeyinde hep sağ-muhafazakâr iktidarlar yönetmiş olduğu halde sağ siyaset söyleminde bir "ötekiler" olarak "seçkinler" söylemi hiç eksik olmamıştır. Bu neredeyse kesintisiz sağ iktidarlar dolayısıyla devletin bir çok politikası yine sağ-muhafazakar bir etiket taşıyor. Buna karşılık aynı muhafazakâr kesimler sürekli iktidarı elinde tutan seçkinlerden yakınıp durur. Birçok durumda kendi tabanının taleplerini karşılamamanın bir mazereti olur bu seçkinler. Ama sağ muhafazakâr iktidarların mazeretçiliği bunların güçlerini azımsamayı gerektirir mi?
Bülent Ecevit'in Kıbrıs (1974) ve öcalan (1999-DSP) promosyonlu seçimlerini saymazsak CHP'nin 1950 yılından beri hiçbir seçimi kazanamamış olduğu biliniyor. Buna rağmen bu süre boyunca da sistem üzerinde istikrarlı bir biçimde sürdürüp hiç kaybetmediği hegemonyasını CHP'li yöneticilerin siyasi maharetine bağlamak mümkün müdür?.
Bir okuyucum "Bugün seçkincilerden yakınanlar 60 yıldır iktidardalar. Seçkinci diye hedef gösterilen birkaç savcı birkaç hakim bir de bürokrasideki kişilerin ekonomik anlamda hiç bir güçleri kalmamış. Bugün AKP'lilerin sistem içinde kazandıkları mevzilerle karşılaştırıldığında bunlara artık merkez güçler demek bile ayıp oluyor" diye yazmış.
Benzer yorumları fazlaca duyabildiğimiz için bunu aktarma ihtiyacı hissettim. Şerif Mardin'in siyaset tarihini merkez-çevre diyalektiği şeklinde okuma önerisini bile bir çırpıda halleden bu yorum bugün sözümona "milli iradeye" karşı harekete geçen yargı bürokrasisini belli ki o merkezin tek adresi gibi görüyor. O taktirde iktidara karşı muhalefet rolünü tek başına üstlenmiş olan bir iki savcının veya beş on üniversite rektörünün veya diğer bir kaç bürokratın mal varlığına, sınıfsal kökenine bakarak çok farklı bir tablo çıkarabiliriz ortaya.
Belli ki bu tür analizlere yeltenenler siyasal mücadeleyi veren blokların organik ilişkilerini, ideolojik angajmanlarının mahiyetini hiç hesaba katmıyor. Bütün iktidar mücadelesini sürecin görünen aktörlerinin basit kişisel özellikleri düzeyinde görmemizi öneriyorlar.
İdeoloji analizini dikkate almazsanız, Mümtaz'er Türköne'nin dikkat çektiği bütün alt-sınıfsal özellikleriyle Yıldırım Beyazıt Lisesinden mezun olmuş Şanlıurfalı bir ailenin çocuğu olarak yetişmiş olan Yargıtay Başsavcısı'nın seçkinci zümrelerle ilişkisini nasıl anlayabilirsiniz?
Bugün çatışmada direnen seçkinciler diye nitelenen kesimin zaten hiçbir seçkin özelliğine sahip olmadığı ortada. Sınıfsal olarak da homojen bir yapı sergilemelerini beklememek lazım, ne onların ne de mücadele ettikleri tarafın. Bütün iktidar mücadelelerinde harekete geçirilen unsurların hep birbirinin aynısı olduğunu kim söylemiş ki?
Yoksa bunlar Türkiye'deki dönüşüme karşı direnenlerin Danıştay cinayetini işleyen veya Hrant Dink cinayetinde tetiği çekenler olduğunu mu anlatmaya çalışıyorlar?