Çocukluğumun kurban bayramları...
Siz de arada bir özler misiniz eski bayramları, bilmiyorum.
Ben çok özlerim. Eski bayramlar yüreğimde tüter. Biliyorum ki benim özlediğim yalnızca bayram değil, onun yanı sıra çocukluğumdur.
Yine biliyorum ki, çocukluk demek her şeye farklı anlamlar yüklemek demektir. Hayatı tümüyle idrak etmeden, dertlerini, tasalarını, çilelerini henüz yüklenmeden yaşamak, duru bir keyiftir.
Belki de bu yüzden çocukluğumuzun her anı ayrı bir keyiftir.
Hele de kurban bayramları...
Ellerimizde, önceden özenle hazırladığımız “dizim”ler, (et parçaları dizmeye yarayan ağaç dalları), yüreklerimizde bayram sevinci, üstümüzde büyüklerimizden bozma bayramlıklarımızla cami avlusuna doluşur, kurban kesimini izlerdik.
O günlerde, “Her yer kan çanağı” türünden, “Kurban kesilmesini seyreden çocukların psikolojisi bozulur” cinsinden, tumturaklı muhabbetler yoktu. Kurbana ilişkin her işlem “ibadet” duygusuyla yapılır; farzlar, vacipler, sünnetler tartışılmazdı.
Psikolojimize de bir şeyler olmazdı: Zira kurbanın neden “vacip” olduğu, aslında ne anlama geldiği, bebeklik günlerimizden itibaren beynimize nakşedilirdi.
Zaten bizim köyde topu topu iki, üç kurban kesilirdi. Fakirdik. Büyükbaş bir kurbana, yedi kişi ortak olurdu. Yine de fakir fukaraya et dağıtılırdı.
Gerçi rahmetli babacığım da kurban kesenler arasındaydı ama çocukluk işte; arkadaşlarıma özenir, onlar ellerinde “dizim”lerle cami avlusuna yığılırken, ben de aralarına karışırdım.
En büyük korkum ise, “Baban kesiyor” denilerek sepetlenmem ihtimaliydi. Kendimi dışlanmış hisseder, “Keşke babam kesmese de arkadaşlarımdan ayrı düşmeseydim” diye düşünürdüm.
Ah ben!.. Ah köy çocuğu! (Neden sonra, çocukluğumdan esinlenerek “Köy Çocuğu” isimli bir çocuk kitabı yazdım)
Köyüm benim, hâlâ hasret yerimdir!
Birgün, her tonda yeşilin harmanlanıp engin maviliklerle sarmaş dolaş olduğu, güneşin pembe kanatlarını çırparak denizi köpürttüğü, martıların, güneşten denize akan pembeliği yalayarak uçtuğu bir yer görürseniz, bilin ki köyümdesiniz...
Köyümün yaz akşamları, kırmızı duvaklı geline benzer. Ufukta tutuşan kızıllık, köyümü altın suyuyla yıkadıktan sonra, damla damla denize akıp denizi de tutuşturur. Dalgalar menevişlenir...
Menevişli dalgalar salına salına sahile akarken, rastladıkları son balıkçı kayığının bordasına ıslak, pembe öpücükler kondurur. Balığa dalgın balıkçılar ancak o zaman vaktin devrildiğini anlar. Ağlar mola edilirken, sevdalı bir balıkçının türküsü düşer dalgalara:
“Gemi geliyi gemi, denizi yara yara
Aykız seni alurum başuna vura vura...”
Sonra makineler çalışır. Bağrışmalar artar. Gürültüyle ürken martılar çığlık çığlığa kaçışırken, Karadeniz, ağır ağır mavi yalnızlığına bürünür.
Aynı vakitlerde bizim köy taze çiçektir. Yaz akşamları ırmak serinliğinde gölgelenirken, ırmak boyunca ululaşan kestane ağaçları, ıhlamurlar ve ıhlamurların az ötesindeki mezarlıkta dirilen yediveren gülleri, akşam rüzgârına kendi kokularından sürer.
Bu yüzden köyümün yaz akşamları, parfüm şişesinden çıkmışçasına sonsuz bahar kokuludur. Çay biçmekten dönen köylüler, ırmak boyunda bir solukluk durup hem mezarlıktaki ölülerine rahmet okurlar hem de taze baharı tekrar tekrar soluklanırlar.
Ben bu köyde doğdum...
Bütün çocukluğumu bu köyde yaşadım...
Nasıl da özlemişim köyümü...
Nasıl da özlemişim, köyümün kurban bayramlarını.
Farzların, vaciplerin, sünnetlerin tartışılmadığı, “başörtüsü-türban” çeşitlemelerinin Cumhurbaşkanı’nı bile bıktıracak noktaya kadar çıkmadığı günleri...
Nasıl da özlemişim.
Bayramınız mübarek olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.