Bencilliğimizi kurban etmek...
50’li yıllar, yalnızca çocukluk yıllarım değil, aynı zamanda değişim yıllarıdır; bu yüzden 50’li yıllara ayrı bir muhabbetle bakarım.
1950 öncesinde kol gezen fakirlik, baskı, korku bir ölçüde kırılmış, bizim köyün insanları dâhil bütün ülke derin bir nefes almıştı. Minarelerden artık “ezan gibi ezan” okunabiliyor, köylüler, tahsildar ve jandarma korkusundan dağlara sığınmıyordu...
Herkes ve her kesim, süratle “vatandaş” kertesine yükselmişti...
50’ye kadar, ancak yağını-balını satarak üç kuruş kazanabilenler, iş bulup çalışmaya başlamıştı. Ellerin biraz bollaştığı, köy camisinin avlusunda kesilen kurbanların sayısına da yansımış, eskiden altmış hanelik köyde üç kurban kesilebilirken, bu sayı 1950’den sonra yediye, ona, yirmiye çıkmıştı.
Kurbanlar getirilince, cami avlusunda bir kaynaşmadır başlardı. Biz avlunun etrafına dizilir, kaynaşmayı uzaktan seyretmekle yetinirdik. Hayvanları yakından görmek isterdik ama fazla yaklaşmaktan da korkardık. Zaten yaklaşmamıza izin verilmezdi.
Büyükbaşlar, köyün güçlü-kuvvetli erkekleri tarafından bağlanarak yatırılır, bir ağızdan alınan tekbirlere katılırdık. O manzara, bir an önce büyüme isteğimi dayanılmaz hale getirirdi. Büyümeli ve ben de kurban kesmeliydim. Büyükleri gıpta ile seyrederdim.
Her kurban sahibi, kurbanını kesmeden önce okşar, yedirir, içirir hatta ona güzel sözler söylerdi. Onları sevmeyle kesme arasındaki çelişkiyi nedense hiç dert etmezdim... Sevmenin kesmeye engel teşkil etmemesi gerektiğine inanırdım. Çünkü bu, insanın ulaşamayacağı bir şefkat ve sevgi seviyesinde bulunan Allah’ın emriydi. Bizim için en hayırlısını sadece O bilir, bizim hayrımıza olanı emrederdi...
Mademki emretmişti, doğruydu (çocuklukta düşünceleri telkinler yönlendirir). Kaldı ki eti de çok severdim (o yaşta kolesterol problemim yoktu tabii).
Kurban kesenler, gözümüzde İbrahimleşir, dedelerimizin, ninelerimizin anlattığı kurban menkıbesi bizi, için için derin bir şükrün eşiğine çekerdi:
“İyi ki insan yerine hayvan kurban ediliyor” diye düşündüğümü ve insan olduğum için, özellikle kurban bayramı sabahlarında, şükrettiğimi hatırlıyorum.
Bayramların birinde de, beni karların üstüne iteklediği için kesilmeyi hak ettiğini düşündüğüm Mustafa’nın kurban edildiğini hayal etmiştim. Yatırıp kesmişlerdi. Önce içimde bir ferahlık hissetmiş, ardından üzülmüştüm. Mustafa’nın yerine kinimin kurban edildiğini anlamam için, o günün üstünden yılların geçmesi icap etti. Artık biliyorum ki, kurban, başta kin duygusu olmak üzere, insanın içinde var olan vahşi ve olumsuz duygulardan kurtulmak için de bir vesiledir...
İnsan her kurbanla birlikte vahşet duygusunu, acımasızlığını, kinini, bencilliğini de kurban edebilir.
İnsan, olumsuz duygularını kurban edebildiği ölçüde “insan”dır! Bunun için de her kurban, yeni bir ilham, yeni bir imtihandır.
Ayrıca kurban, dostluğa, kardeşliğe ve en önemlisi umuda köprü kurmaktır: Sınıflar arası barışın adı da “kurban”dır. Kurban, geniş bir infak köprüsüdür: İnfak, yani yardımlaşma...
Yardımlaşma, Osmanoğlu’nu kısa süre içinde üç kıtaya “hâkim” yapan sırrın özü ve özetidir. O anlayıştan kopunca yüreğimizden de koptuk. Yüreğimizden koptuğumuz için de büyüyemiyoruz. (Bir Rum profesör, “Osmanlılar, hayırsever ve müşfik oldukları için Avrupa’da beş yüz sene kaldılar. Ne demek istediğimi, Irak’taki Amerikan varlığına bakarsanız anlarsınız” demişti.)
Kurban, birbirimizin yüreğine giden “infak” ve “şefkat” yolunu yeniden açacak ve bizi, geçmişimizdeki gibi, evrenselleştirecek olgudur... Hayır hasenat zincirinin de önemli bir halkasıdır.
Bayramınız bayram ola, dostlarım!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.