Değişken, nisbî, göreceli hakikatler
Dün, İslâm’ın bir anlayış, kavrayış, bir yaşama biçimi olduğunu ve hayata bir denge getirdiğini ifade etmiştik. Kimin, nerede, ne zaman, nasıl davranması gerektiğine dair cihanşümûl/evrensel temel ahlâkî kaidelerin yanında nisbî/göreceli ve lokal ahlâkî değerler getirdiğini de… Şimdi bunları, toplumun her katmanından örneklendirirsek:
* Cesâret, cömertlik gayet olumlu/pozitif, iyi hasletlerdir. Eğer, bunlar erkekte olursa, gayrete, yardımlaşmaya sebep olur. Ancak, kadın eşinden cesur ve cömert olursa; hafif meşrepliğe, arsızlığa, yüzsüzlüğe; eşinin haklarına tecâvüze sebep olabilir.
* Zayıf, güçsüz birisinin, güçlüye karşı gösterdiği izzet-i nefs/kafa tutma hâli ‘güzel bir ahlâk’ iken; aynı tavır tam tersi olarak güçlüden zayıfa karşı olsa kibirdir. Öte yandan, güçlünün zaife karşı gösterdiği tevâzu, zaiften güçlüye karşı olsa tezellüle/zillete, ezikliğe yol açar.
Bir yöneticinin, meselâ valinin, makamındaki ciddiyeti “vakar” sayılırken; aynı resmîliği, ciddiyeti evine taşırsa bu evde “kibir” olur. Vali, makamında gayet ciddî olmalı. Ama evinde, gerektiğinde misafirinin ceketini, paltosunu tutmalı, ayakkabılarını düzeltmeli. Valinin, makamında tevazu ile eğilip/büküldüğünü; evinde gayet ciddî ve ayak ayak üstüne atıp, misafirlerini karşıladığını düşününüz!...
* Bir işi yapmaya başlarken; sebeplere müracaat etmeden, şartlarına uymadan Allah’a havâle edilirse; bu tevekkül değil; “tembellik” olur. Ancak tevekkül; sebeplere müracaat ettikten sonra sonucu Allah’tan beklemektir. Kanaat de böyledir. Kanaat; var olanla yetinmek değildir. Kanaat; gerekli çalışmayı yaptıktan sonra nasip olana, verilene razı olmak, memnuniyetini ifâde etmektir. Yoksa, mevcut ile yetinmek, himmetsizlik, gayretsizliktir. Şu halde bir insan, “Bu bana yeter, artık çalışmama gerek yok!” demeyecektir. Çalışacak, ama neticeye razı olacaktır.
* Bir kişinin kendi hakkından vazgeçmesi, ferâgat etmesi amel-i sâlih, iyi, hayırlı bir hareket sayılabilir; yerinde ve uygun bir davranış olabilir. Ancak, başkasının hakkından vazgeçmesi, hıyanet olur.
* Bir insanın; milleti, cemaati, müessesesi adına iftihar etmesi, gurur duyması makbul bir davranışken; kendi nâmına gururlanması hoş karşılanmaz! Kendini yerebilir, ama milletini yeremez. Meselâ, “Kendimle iftihar ediyorum, beni anlayamadılar, benim gibi adam nerede?” diyemez. Derse, istiskal edilir. “Milletim, cemaatimle iftihar ediyorum; yaşasın!” demesi ise, insanlarda böyle duygular uyandırmaz, buna engel yoktur.
İşte, Kur’ân’ın; “sâlih ameli/işi” mutlak, müphem/belirsiz bırakmasının sırrı budur: Kur’ân; bütün tabakalara, bütün asırlarda, her hâl ve şartta, kuşatıcı ezelî bir hitaptır. Nisbî/göreceli hayırlar, güzellikler de çoktur. Onları saymaya kalksa, bir kaçına yer verecek. Ancak, susarak, ferd, cinsiyet, cemiyet, toplum, zaman, mekân, şart, imkânlara göre hepsine işâret etmiş olmaktadır.
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, s. 19-20.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.