Perdeler aralansın
Türkiye’nin, yaşadığı pek çok sıkıntıya rağmen, demokrasi ve hürriyet yolunda ilerleme gayreti sergilediği de bir vakıa. Bunda, mesleği ve kariyeri ne olursa olsun; doğruları ısrarlı ve kararlı bir şekilde dile getiren ‘cesur’ insanların katkısı da var.
Demokrasi, hürriyet ve adalet yolunda arzu edildiği hızla ilerleyememek, ülkemizin çektiği sıkıntıların başında geliyor. Demokrasimizin ‘kağnı hızı’yla ilerlemesi biraz da ‘saklı tarih’ sayesinde oluyor. Kahramanlar ve kahraman olmayanların yer değiştirildiği bu ‘yakın tarih’, insanımızın gerçekleri öğrenmesine mani oldu. Dolayısıyla ‘baskı ve zulüm idaresi’ni bize hürriyet ve adalet idaresi gibi sunmuş oldular. Ne yazık ki bu gayretler nisbeten başarılı da oldu.
Taraf’tan Neşe Düzel’in sorularını cevaplandıran gazeteci yazar Hasan Cemal, “(...) Ayrıca bu ülkede tarihi karanlıkta tutmaya kimsenin gücü de yetmeyecek. Tarihimizi aydınlattıkça da bizim önümüz aydınlanacak” demiş. (4 Aralık 2010)
Hasan Cemal haksız mı? Birileri, neredeyse bir asırdır “tarihi karanlıkta tutma”nın mücadelesini vermiyor mu? “Resmî tarih” anlayışı başka ne ile izah edilebilir? Demokrasinin ‘de’sine bile tahammül edemeyenleri “kahraman’ göstermek “tarihi karanlıkta tutmak” değil mi?
İlerleyen yıllar herkese gösterdi ki, kimsenin gücü tarihi karanlıkta tutmaya yetmedi. Aynı zamanda tarih aydınlandıkça Türkiye’nin önü ve ufkunun açıldığını da yine herkes gördü.
Hasan Cemal, verdiği röportajda “katiller”den de bahsediyor. Tabiî bu katiller bildiğimiz türden “cinayet” işleyenler değil. Onlar “demokrasinin ve hukukun katilleri.” Cemal, devamla şunu da söylüyor: “Bütün mesele, katil üreten bu sistemi demokratikleştirmektir!”
Peki “katil üreten sistem nasıl demokratikleşir?” Ülkesini seven herkesin üzerinde düşünmesi gereken soru bu olsa gerek.
Bakınız, bu problemlerin temelinde de yine “darbeci”ler ve darbeci anlayış olduğu nasıl ortaya çıkıyor: “Askerin, devlet içinde devlet olabilmesi için kendine ait bir hukuk düzeni kurması gerekiyordu. Nitekim bunlar bu hukuk düzenini 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yaparak kurdular. Kendilerine ayrı bir hukuk yarattılar ve dokunulmazlık zırhı sağladılar. Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (yani Askerî Danıştay) devlet içinde devlet olmanın ürünleridir. Türkiye’de siviller, ‘Böyle bir demokrasi olabilir mi?’ diye ordunun kendine kurduğu bu ayrı yapıyı hiç sorgulamadılar. (...) Ama unutmamalıyız. Türkiye’deki asker sorunu, aynı zamanda bir sivil sorunudur. Bu ülkede sadece askerin değil, sivillerin zihniyeti de demokratikleşmeli.” (agg.)
Aslında, darbecilerin yaptıklarını sorgulayan siviller sayıca az olsa da vardı. Ama ne yazık ki bu sesler ve tesbitler vaktinde ve zamanında muhtaç oldukları siyasî ve sosyal destekleri alamadı. Şöyle geri dönüp baktığımızda “Genelkurmay, Millî Savunma Bakanlığına bağlansın”, “YAŞ kararları yargıya açılsın”, “Kimse inancından dolayı hor görülmesin”, “Kışlaya ve camiye siyaset girmesin”, “12 Eylül’de duran kan, 11 Eylül’de niçin durmadı” gibi tesbitlerin vaktinde ve zamanında “demokrat misyon” tarafından yapıldığı görülecek. Bu doğru tesbitlere, sağdan ve soldan gerekli destekler verilebilmiş olsaydı, belki de “tarihi karanlıkta tutanlar” daha erken mağlûp olurlardı.
Perdeler aralandıkça gerçekler gün yüzüne çıkacak ve İnşâallah daha hür ve daha demokrat bir ülke olacağız...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.