Değerlerimizi değersizleştirmek ya da insanlık suçu!
Modern çağda insanlar ve toplumlar, üretimi ve zenginleşmeyi öncelikli hedef olarak görüyorlar. O kadar ki, bu hedef vazgeçilemez olduğu gibi, hangi gerekçe ile olursa olsun ötelenemezdir de. Hatta ben, “Bu uğurda vazgeçilemeyecek hiç bir şey yoktur” diyeyim de, gerisini varın siz düşünün…
Sözgelimi Gaziantep’te üretim yapan Merinos firması, çalışanlarına, Cuma namazını bile yasaklayabilmektedir. Gerekçesi ise basittir: “Çalışmak da bir ibadet…”
Buna eskilerin tabiri ile mügalata denir; daha entelektüel bir ifade ile demegoji…
Namazın yerine çalışmayı koymak, ne hadsizliktir! Bu ne gaflettir böyle, ne aymazlıktır! Cahillik değilse bu ne cüretkârlıktır!
Zenginlik üretmek, insanlar ve toplumlar için çok önemli görülse de, -ki önemsizdir diyecek değilim-, -paradan daha önemli şeyler de var, ukalalığı yapacak da değilim- en az zenginlik üretmek kadar, değer üretmenin de önemli olduğunu belirteceğim, müsaadelerinizle.
Zenginlik üretmek, bizatihi değer üretmek demek değildir. Hatta türedi zenginlerin, sonradan görmelerin, ne denli köksüz ve ruhsuz oldukları izahtan uzak bir gerçeklik değil midir sizce de? Kimi değerler samurdan kürk olsa, bu sonradan görmelerin üzerinde yine de iğreti durmaz mı?
Para kazanma hırsının ve zenginliğin, kimi bazı değerleri erozyona uğrattığı inkar edilemez. O halde, zenginlik üretirken, değer yargılarınızı daha muhkem hale getirmezseniz, toplum olarak o sonradan görmelerden bir farkınız kalmaz.
Batı toplumları, zenginlik üretmeyi başarmışlardır; ama hangi değerler bahasına? Ya da şöyle soralım: Bunun alternatif maliyeti nedir?
Zenginlik üretmek kadar, bu üretilen zenginliği topluma yaymak ve paylaştırmak da önem arz eden bir sorunsaldır.
Toplumu ve onun tuğla taşı niteliğinde olan bireyi zenginlik hedefine kilitlemek için bencilce duygularla donatır, üstüne üstlük de ‘insan insanın kurdudur’ felsefesi ile sokağa salarsanız, o insanı sınırlayacak hiçbir kontrol mekanizması ve değer bulunmayacaktır. Çünkü canavarların uydukları bir değer yargısının varlığı henüz tespit edilememiştir.
Toplumlar için zenginlik üretmek bir hedefse de, zenginliği sürdürülebilir kılmak daha büyük bir hedef olmalıdır. Kaldı ki, zengin olsun, yoksul olsun, insanlık ve insani erdem daha kalıcı bir değerdir. İnsanların düşün ve inanç dünyalarını şekillendiren hiçbir din, -velev ki batıl ve sapkın olsun- çalışmayı ibadet bile saysa, zengin olmayı ibadet saymaz. Hatta zenginlik biraz da yüksünülecek bir yük gibi görülür. Ama istisnasız bütün dinler ve inançlar, insanlığı, insani değerleri, buna bağlı erdemleri yüceltmektedir.
İnsani olmayan hiçbir medeniyetin ve sistemin devamlılığından söz edilemez. Böyle bir iddia bilimsel olmadığı gibi, basit bir deyişle abukluktur. Oysa sistem ya da medeniyet diye ortaya koyduğunuz şeyin, insanlık değerleri açısından yaşanabilir ve yaşatılabilir olması gerekir. İnsani değerleri erozyona uğratan bir medeniyet algısının bırakın insani değerler açısından yaşanabilir ve yaşatılabilir olmasını, kendisinin yaşayacağı dahi kuşkulu değil midir?
Üstelik ahlaki; etik değerlerle, üretim ve zenginleşme zıt ve düşman kavramlar da değildir. Biri birinin alternatifi olmadığı gibi, biri diğerinin karşıtı da sayılmamalıdır. Yani insanlara, ya zengin olacaksınız ya ahlaklı kalacaksınız diye bir tercih sunulamaz. Hoş, böyle bir tercihte bulunmak gerekseydi bile, insan olan insanın ahlaklı olmayı tercih etmesi gerekirdi; çünkü ahlaklı olmak insan olmaktır. Ne ki böyle bir tercih zorunluluğu yoktur, olamaz. Fakat insanlar, zengin de olsa, yoksul da olsa, ahlaklı olmak mecburiyetindedirler. Bunu, kişisel bir durum olarak da görmemek lazımdır. Çünkü ahlaki olmayan hiçbir şey, insani de olamaz. Bir toplumda ‘insaniyet namına’ dendiğinde duygular galeyana gelmiyorsa, koy gitsin; o toplum zaten ölmüş demektir.
Burada bir parantez açmak gerekiyor. Hümanizmi icat etmiş Batı toplumunun insani olanı kaybettiği iddia edilebilir mi? Batı toplumları, insan haklarına daha saygılı değiller mi?
Yanılgı buradadır işte. Batı, kişi haklarını, insan haklarına indirgemiştir. Burada yapmak istedikleri şey de, liberalizmin felsefi temellerini oluşturan bireyciliği; yani egoizmi beslemekten başka bir şey değildir. Batı’nın mucitleri diğergâmlığı, fedakârlığı ve benzeri duyguları keşfedememişlerdir daha.
İnsana insan sahip çıkmaz onlarda; velev ki öl… Yağmurlu havada bir yudum su vermezler. İnsana sahip çıkmak, devletin görevi sayılır çünkü.
Zenginleşmeye -ne şekilde olursa olsun zenginleşmeye- kilitlenen toplumların ve tabi insanların, değerler dünyasında şavtı kaymıştır. Onlar hiçbir şeyi ne görecek, ne hissedecek durumdadırlar. Çünkü gözleri gibi, kalpleri de kararmıştır. Bu durumda olan insanları, uçurum kenarında olan, ama durumun vehametini yine de görmeyenlerin durumuna benzetebiliriz. O nedenle, onlara değerlerin gerçekte ne kadar değerli/kıymetli olduğunu anlatmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Şöyle söyleyelim: Bir mal üretmek hele şu otomasyon çağında belki saniyelik iştir. Zenginlik üretmek de öyle aman aman bir şey değildir. Ama bir değer üretin bakalım… Kolay mı? Burun kıvırdığınız, beğenmediğiniz bir değerin üretilmesi, değer olarak yargılarımızda yer alabilmesi, onlarca, yüzlerce yıllık bir iştir. Kaldı ki, bu değerler, her zaman insani çabalarla ve kabullerle de üretilemez. Değer dediğiniz şeyin, ‘ilahi’ bir yanı da vardır. Dolayısı ile zenginlik üretmek insani bir edimse, değer üretmek insanüstü bir edimdir.
Basite aldığınız şey, bir toplum efsanesi ya da hurafesi olarak görülemez. Baltayı ayağına vurmaktadır insan. Değerlerimize indirilen her darbe, insanın insanlığına, insani yanına indirilen bir darbedir aynı zamanda.
Değerlerimizi değersizleştirenler, hele gelip geçici bir zenginlik uğruna, bilinmelidir ki, insanlık suçu işlemektedirler.