Siirt’ten Ankara’ya... Bir gündem potpurisi!
Dün, her hafta okurlarımızla “hasbihal” yaptığımız “Editör’den” köşemiz olduğu için gündemdeki bazı olaylara değinme fırsatı bulamadık... Bugün, kısa kısa da olsa, onlara değinmek, sizleri “haberlerden haberdar etmek” istiyorum.
Dün, meselâ Tayyip Erdoğan’ın Siirt gezisinden söz etmek istiyordum... Çünkü, “Siirt gezisi” hem önemli, hem de “anlamlı”ydı...
“Önemli”ydi, çünkü Başbakan Erdoğan Siirt’te “toplu açılışlar” yaptı.
“Anlamlı”ydı, çünkü, 12 Eylül’deki referandumda, Siirt halkı “yüzde 95’in üzerinde Evet” demişti ve Erdoğan, buna “teşekkür” etmek için Siirt’teydi...
Ama, bu geziyi “anlamlı” kılan, başka bir şey daha vardı... O anlam, “gezinin zamanlaması”nda yatıyordu...
Önceki gün, 12 Aralık 2010’du ve Başbakan Tayyip Erdoğan, eşi Emine Hanım’la birlikte Siirt’teydi...
Şöyle bir soru sorulabilir:
“Başbakan, Cumartesi günü Mardin’deydi... Peki, Pazar günü de Siirt’te olmasının ne önemi olabilir ki?”
Bunu sorunlara derim ki;
“6 Aralık” tarihi de mi bir şey hatırlatmıyor size?
Peki, ne oldu 6 Aralık’ta?..
“13 yıl öncesi”nin 6 Aralık’ında, Başbakan Tayyip Erdoğan, “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı” olarak Siirt’teydi.
Orada, bir “şiir” okumuştu!..
Ziya Gökalp’ten bir şiir!..
İşte, “Siirt’te okuduğu o şiir” bir dönüm noktası oldu Erdoğan’ın hayatında...
Belki de; “şiir” okuduğu için, “mahkûm” olan “ilk başkan” olarak geçti tarihe...
“Hapis” yattı.
Hapisten çıktıktan sonra AK Parti’yi kurdu... “Genel Başkan” olarak, “milletvekili” olmak, elbette en tabiî hakkıydı...
Ama, öyle demiyorlardı!..
Diyorlardı ki;
“Siyasi hayatı bitti!”
“Artık muhtar bile olamaz!”
Tayyip Erdoğan, önüne çıkarılan “engel”lere ve karşısına dikilen “duvar”lara “pes” etmek yerine, “duvarları nasıl yıkacağını” düşündü.
Sonunda başardı...
Önce “Siirt’ten milletvekili” oldu, sonra da “Başbakan.”
İşte, “Siirt gezisi”nin önemi burada...
13 yıl önce, bir 6 Aralık günü “Siirt’te şiir okuduğu” için mahkûm olan Tayyip Erdoğan, 13 yıl sonra, yine bir Aralık ayında gittiği Siirt’te, bu defa birçok tesisi hizmete açtı...
İşte bu açıdan Siirt; benim gözümde, “yiğidin, düştüğü yerden kalktığı bir yer”dir.
12 Aralık bunun için önemlidir.
Bunun için anlamlıdır...
YA “MEÇHUL” DESEYDİ?
Söz “Erdoğan”dan açılmışken, “sarf ettiği bir söz”ün yankılarıyla devam edelim.
Erdoğan, “öğrenci kisveli provokatörler”in yaptığı “yumurtalı saldırı” üzerine CHP’yi ve “malûm medya”yı suçladı ya; bir Hürriyet yazarı, buna takmış kafayı...
“Malûm medya” suçlamasına “isyan” edip, demiş ki;
“Biz burada iktidar düşmanlığı yapmıyoruz... Ülke karışsın, anarşi çıksın diye çırpınıyoruz... Tuzak kurmuyor, düşmanlık yapmıyoruz.(...) Başbakan bize malûm medya demekten vazgeçmelidir.”
O yazıyı okuyunca, dedim ki;
“Niye alınganlık gösteriyorsun?”
Erdoğan’ın, “malûm medya” diyerek “sizi kastettiğini” nereden çıkardınız?..
“Çiğ” yediniz de, karnınız mı ağrıyor?.. “Yara”nız var da, ondan mı gocunuyorsunuz?..
Ne yani;
“Malûm medya” kapsamına giren bir tek “Aydın Doğan’ın gazeteleri” mi?..
Kim bilir, belki de;
Turgay Ciner’in Habertürk’ünü veya ne bileyim Mehmet Karamehmetler’in Akşam ve Güneş’ini kastetmiştir Erdoğan?..
“Elma dersem çıkma, armut dersem çık” misali, “armut” denildiğinde, öne fırlayıp da, kendinizi niye “deşifre” ediyorsunuz ki?..
Yoksa siz;
Kime “armut”, pardon “malûm medya” denileceğini biliyor musunuz?.. Bunun için mi kendinizi ele veriyorsunuz?..
Kusura bakmayın;
Nasıl ki, bizlerin boynuna “yandaş medya” yaftasını astınız, ehh, “malûm medya” yaftasını da biraz siz taşıyın!..
Hem, “malûm medya”dan niye rahatsız oluyorsunuz ki?.. “Malûm” demek, “bilinen” demek!..
“Bilinen medya”sınız yani!..
Adınız biliniyor, sanınız biliniyor!..
Herkesçe “malûm”sunuz!..
Ne yani; “malûm” olmak, “bilinmeyen” olmaktan daha mı kötü?..
Oturun da, şükredin halinize;
İyi ki, “malûm”sunuz!..
Ya “meçhul” olsaydınız?!?..
“Meçhul” olmaktansa;
“Malûm” olmanın neresi kötü?..
Ama yine de;
Fazla alınganlık, cildi bozar!..
PAPA’NIN SÖZLERİ, MALÛMU İLÂM!
“Malûm-Meçhul” dedik, devam edelim öyleyse... Malûm, Wikileaks internet sitesi; “yeni belgeler” sunmakla birlikte, birçok konuda “malûmu ilâm” etmeyi sürdürüyor... Meselâ, önceki gün de, “Papa’nın sözleri”ni deşifre etmişler!..
Meselâ, Papa Benedictus demiş ki;
“Türkiye’nin AB üyeliği Hıristiyanlığı zayıflatır... Onun için, Müslüman Türkiye; Avrupa Birliği’nin sınırları dışında tutulmalıdır!”
Gazetelerimiz; Papa; “sanki yeni bir şey söylemiş” gibi, bu olaya kocaman yer vermişler sayfalarında...
Oysa, Wikileaks’in yaptığı;
“Malûmu ilâm”dan başka şey değildir.
Papa, sadece 2004’te “Türkiye aleyhine” konuşmadı ki!..
Adam, daha “Kardinal Ratzinger” olduğu dönemde; Peygamber Efendimiz’e hakaretleriyle “koyu bir İslâm ve Türk düşmanı” olduğunu zaten gösteriyordu...
Böyle bir adam;
“Türkiye’nin AB üyeliği”ne karşı çıkmayıp da, ne yapacak?..
Elbette karşı çıkacak?..
Karşı çıkacak ki;
“Hıristiyanlık zayıflamasın!”
HIRİSTİYANLIK ZAYIFLARSA!
Çünkü, “zayıflayan” bir Hıristiyanlık;
“Sen Türk’sün!.. Senin insan hakkın olamaz” diyecek gücü kendisinde bulamayabilir!..
Almanya’da öyle olmuş ya;
Dirk H. adlı bir Alman öğretmen; “tuvalete gitmek” isteyen 16 yaşındaki Türk öğrenci Döndü’ye, “Sen Türk’sün!.. Burada insan hakkın olamaz” demiş ya, bu da Papa’nın ne kadar “haklı” olduğunu gösterir!..
Söyleyin hele;
“Hıristiyanlık zayıflasa” idi, o kız öğrenci “insan olma hakkı”nı kullanıp da tuvalete gitmez miydi?..
Demekki, Hıristiyanlık “şişman” olarak kalmalı ve hatta “obez” olmalı ki; “sömürmeye” devam edebilsin!..
Unutmayın ki;
Irak ve Afganistan’ı bombalayıp, yüz binlerce insanın ölmesine yol açan; “Bu bir Haçlı Savaşı’dır” diyen ve bu savaşı da “din adına” yürüttüğünü söyleyen Bush oğlu Bush da, “koyu bir Hıristiyan”dır!..
Düşünün hele;
“Zayıf bir Hıristiyanlık” olsaydı, Bush oğlu Bush, bunları başarabilir miydi?..
Demek ki, neymiş;
Hıristiyanlık “güçlü” olmalı, “şişman” olmalı ve hatta “obez” olmalı ki; “16 yaşındaki kız öğrenci”ye kafa tutabilsin!.. Hatta “cami”leri yakabilsin, 17 yaşındaki Cavit’i, bıçaklayarak öldürebilsin!..
Papa’nın sözünden anlıyoruz ki;
Türkiye, bir gün gelir de “AB üyeliği”ne kabul edilirse, bu demektir ki; “Hıristiyanlık zayıflamış”tır ve belki de “zayıflık”tan, “bir deri-bir kemik” kalmıştır!.
İşte o zaman;
Avrupa’daki otomobillerin “kaput”unu mu, yoksa cenazelerin “tabut”unu mu kaldırırız, onu bilemem!..
Papa, “malûmu ilâm”da haklıdır!..
Gerçekten de, “zayıflayan” bir Hıristiyanlık, “Güçlü Türkiye” ile baş edemez!..
KURULTAY MI, CENAZE Mİ?
“Cenaze” dedim de, aklıma geldi...
Herhalde farkındasınız... 18 Aralık’ta “Olağanüstü Kurultay”a gidecek olan, dolayısıyla “düğün evi” gibi şen şakrak olması gereken CHP, tam bir “cenaze evi” gibi!..
Yüzler gergin, suratlar asık!..
Herkes tedirgin, herkes teyakkuzda!..
Kimsenin ağzını bıçak açmıyor!..
Sanki “düğün”e değil de, “miras kavgası”na hazırlanıyor gibiler...
Herkes, “pazarlık” ve “koltuk” peşinde!..
“Çarşaf liste” mi olsun,
Yoksa “Blok liste” mi?..
Bay Kılıçdaroğlu, “liderliğini muhkemleştirebilmek” için, elbette “Blok liste”den yana... Bay Baykal ve Önder Sav ise, ipleri ellerinde tutmak için “Çarşaf liste” istiyor!..
Göründüğü kadarıyla;
Teşkilat da “çarşaf”tan yana!..
Eğer “çarşaf liste” kabul görürse; bu demektir ki; Baykal ve Sav’ın partiyi kontrolü kolay olacak... Bu durumda, Kılıçdaroğlu’nun tepesinde de, “Demokles’in kılıcı” sürekli sallanacak!..
Sizin anlayacağınız;
Kılıçdaroğlu’na rahat yüzü yok!..
Ama şu da bir gerçek;
CHP denilen parti, kimi rahat bırakmış ki, Kılıçdaroğlu’nu rahat bıraksın?..
Hep muhalefet, hep muhalefet!..
Merhum Tevfik İleri;
“Cenab-ı Allah, CHP iktidarını bile CHP muhalefetinden korusun” demiş ya, 50 yıl önce söylenen söz, bugün de geçerliliğini koruyor!..
Adamlar, “birbirlerine bile muhalif” ve “birbirleriyle bile kavgalı” iken, “iktidarla kavgalı” olmaları gayet normaldir!..
Bunun adına “demokrasi” diyorlar ya, sakın inanmayın!.. Bu çekişmenin asıl sebebi, “koltuk kavgası”dır!..
Kurultayda, “koltuk”ların, “sandalye”lerin, “tekme ve yumruk”ların havada uçuştuğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!..
Çünkü, “CHP’nin mayası”nda var bu!..
“Kavga” edecek hiç kimseyi bulamazlarsa, “kendileriyle kavga” ederler!..
Ne demiş atalarımız;
“Yemek gördün mü yanaş,
Kavga gördün mü sıvış”
En iyisi mi; yavaş yavaş sıvışayım da, “ara dayağı” yemeyeyim!..
Bugünlük, bu kadar!..
Dilipak’ı üzen dâvâ!
Bizim Abdurrahman Dilipak’a kaç sefer söyledim; “Bu işlere sen bulaşma” diye... Öfkelenmiş ki, bulaştı işte... Sonunda, “Müjde Ar’ın ağzına sakız olacak” bir “mahkûmiyet” aldı...
Oysa, “hakaret” değildi amacı, bir “uyarı”ydı, bir “kıyaslama”ydı... “Üzmez bu defa üzdü” başlıklı 5 Kasım 2008 tarihli yazısında; “Bir sanatçıya aşık olan ama, onun oğluyla evlenen bir kadın”ı ciddi ciddi konuşmalarından dolayı Müjde Ar ve Aysun Kayacı’yı eleştirip,”Televole Dünyası”na göndermede bulunmuştu:
“Bunlar pornocu değil mi?.. Grup sex yapıp, ensest ilişkiye giren Lolita takımından değiller sanki... Homoluğu, lezbiyenliği meşrulaştımaya çalışanlar kendileri değil sanki... Uzakdoğu’ya çocuk seksi için gidenler, bu maksatla turistik turlar düzenleyenlerin çıkıp bize ahlak dersi vermeye çalışmalarını anlamak mümkün değil.
Matild hanım yaşıyor olsa ve İffetli Hanımlar Derneği kurup genel başkan olsa idi, ancak bu kadar garip bir durumla karşılaştırdık herhalde.”
İşte bu yazıyı, “kendilerine yapılmış bir hakaret” sayan Müjde Ar ve Aysun Kayacı, Dilipak aleyhine dâvâ açmışlardı... 2 yıl süren dâvâ dün sonuçlanmış ve Dilipak “3 aya mahkûm” olmuş!.. Tamam, “ceza ertelenmiş” ama, Dilipak’ı asıl üzen; Müjde Ar’ın ağzına sakız olmak!..
Üzülme be Dilipak...
Bırak, “sakız” olarak çiğnesin seni!..
Ya tersi olsaydı?.. Ya, sen kazansaydın dâvâyı?..
Sen “sakız” olarak ağzında çiğner miydin Müjde Ar’ı?