Yazmak Gerek
Acı gerçeklerden birisi de bazı çok büyük ve çaplı âlimlerimizin eser yazmamalarıdır. Bunu anlamak zor değilse de, ruhumuza acı vermektedir.
Yazanların yazması karşısında duyduğumuz minnet ve şükran bir yana, çıkan güzelliği görünce, “ya bunu bir de Filan yazsaydı?” dememek elde değildir. Mesela Elmalılı Hamdi Yazır merhum, tefsirini sanki tesadüfen yazmıştır. Evet, yeryüzünde tesadüf yok, tevafuk vardır. Ama şunun için söyledim; Elmalılı aslında bir fıkıhçı, hukukçudur. Tefsir doğrudan alanı değildir. Hukuk üstüne bitiremediği bir kamus çalışması vardır ve son zamanlarda basılmıştır. Ömer Nasuhî Bilmen “Hukuk-u İslamiyye Kamusu”nu yazarken ondan bir hayli istifade etmiştir denilir. Ne güzel…
Asıl demek istediğim şudur: Eğer TBMM Elmalılı Hamdi Efendiye bu tefsir görevini vermeseydi, büyük bir ihtimal “Kamus”unu bitirecek ama “Hak Dili Kur’an Dili” gibi abide bir tefsir ortaya çıkmayacaktı.
Evet, hem böyle bir esere kavuşmanın sevinci yanında muhayyel bazı sevinçle hüzünler arasında gel gitler de yaşadığımız oluyor. Ya böyle bir tefsiri, ilim dalı tefsir olan bir âlim yazsaydı?
Diyelim Baban zade Ahmet Naim Efendiye “Buhari tercüme ve şerhi” görevi verilmeseydi, bu gün “Tecrid-i Sarih” olmayacaktı. Ya da daha evvel verilseydi, Ahmet Naim onu bitirecekti. Belki de o zaman Kamil Miras esersiz kalacaktı. Bu iki dev allame de tarihten silinip gideceklerdi.
Demek istediğim, acaba daha kaç onlarca, yüzlerce, binlerce âlimler vardı öylesine tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, akaid, kelam, tarih, medeniyet vs. ilimlerde muhteşem eser verebilecek iken vermeden gitmişlerdir. Hem kendilerine, hem de milletlerine, insanlığa büyük hizmetler verme imkânı olduğu halde vermeden gitmişler ve yazık etmişlerdir.
Bir İsmail Saib Sencer, bir Ali Emirî, bir Mükrimin Halil… Kendilerinden eser beklenen dev gibi şahsiyetlerdir. Ama ya hiç, ya az ürünleriyle bizi üzüntülere gark etmişlerdir.
Bunlar büyük kütüphane sahibi insanlardır aynı zamanda bilgileri yanında. Bir de kütüphanesi zayıf, ama eserleri zengin âlimlerimiz vardır. Mesela Ömer Nasuhî Bilmen merhum öyledir. Evinde büyük bir kitaplığı yoktur. Eserlerini İstanbul’da bulunan büyük kütüphanelerdeki kitapları okuyup aldığı notlarla evinde yazmıştır. Bu da büyük bir marifettir, takdire şayan bir harekettir.
Âlimlerimiz neden yazmayarak hem kendilerine, hem de insanlığa yazık etmişlerdir? Neden o parlak bilgileri kâğıtlara dökme yerine toprağa gömmeyi tercih etmişlerdir?
Bunun altında yatan bazı sebepler vardır ama ikna edici değildir maalesef. Bunların bir kısmını “Âlimin Önderliği” kitabımızda incelemiştik. (s. 39 vd.) burada uzun uzun tekrar etmeyelim. Maalesef bazen yersiz bir tenkit, bütün hevesleri kırmış, bazen haksız hasetler yazanları hedef haline getirmiş ve incitmiş, bazen eziyet ve işkencelere sebep olmuş, bazen “yanlış yazar da kıyamete kadar başkalarına zarar veririm” endişe ve korkusu hakim olmuş, bazen “biz kimiz ki” dedirten aşırı tevazu yazmaya mani olmuştur. Kimisi de konuşmanın kolaylığı yanında yazmanın zorluğunu dile getirecek ve tembelliğini itiraf edecek yerde “yazılan bu kadar eser varken bir yenisine ihtiyaç mı var ki?” diyerek kendini savunduğunu sanmıştır. Oysa hiç düşünmemiştir; kitaplarını rahmet okuyarak okuduğu âlimler de kendisi gibi düşünerek yazmasalardı hali nice olacaktı?
Evet, Elmalılı Hamdi Efendi, “bu kadar tefsir varken ben niye yeni bir tefsir yazayım ki?” deseydi de “Hak Dini Kur’an Dili”ni yazmasaydı, iyi mi olacaktı? Mesele bu kadar basittir.
Şuna da kısmen hak veririm; eskilerden İmam Şazelî’ye, yenilerden Süleyman Hilmi Efendiye “niçin yazmadığı” sorulunca, talebelerini göstermiş ve “bunlar da benim kitaplarım” demişlerdir. Yani ömürlerini insan yetiştirmeye adamış ve yazmaya vakit bulamamışlardır. Allah onlardan da razı olsun!