Mısır’ın bugünü, bizim 40’lı yıllarımız
Önce benzerlikleri yazalım, ardından soruyu sorarız...
1. Ülke tek parti tarafından yönetiliyor (Formül şu: Parti+Devlet=İktidar)...
2. Devletin başında, kendine “şef” dedirten bir “cumhurbaşkanı” var...
3. Üst düzey devlet memurları aynı zamanda iktidardaki tek partinin yöneticileri...
4. Baskı ve şiddet kol geziyor...
5. Din bile devletin izin verdiği kadar yaşanabiliyor...
6. Dindarlar sürekli baskı altında tutuluyor; etkili isimler, iktidarın kontrolündeki uyduruk mahkemelerde yargılandıktan sonra ya idam ediliyor ya da zindanlara atılıyor...
7. Gazeteler, kitaplar ve tüm neşriyat kontrol altında...
8. Muhalefete nefes aldırılmıyor...
9. Devlet tamamıyla polis ve asker devleti...
10. Baştaki “Şef”in dediği dedik, çaldığı düdük...
11. “Şef”in çevresi sürekli zenginleşirken, halk fukaralık içinde yaşıyor...
12. Ülkede doğru düzgün üretim yok...
13. Özgürlük yok, demokrasi yok, insan hakları yok...
14. İş yok, aş yok, hastane yok, sağlık hizmeti yok...
15. Kimse geleceğinden emin değil, herkes derin bir korku içinde yaşıyor...
16. Ülkenin Müslüman geçmişi karalanıp İslâm öncesi öne çıkarılıyor...
Şimdi, “Bu ülke hangisi?” diye sorsam...
Eminim tereddütsüz (güncel de olduğu için) “Mısır” diyeceksiniz...
Tabii, ama aynı zamanda bu ülke 940’lı yılların Türkiye’sidir...
•
1940’ların Türkiye’sinde istenen “vatandaş” tipi ile Hüsnü Mübarek rejiminin istediği vatandaş tipi öylesine bire bir örtüşüyor ki, şaşırmamak elde değil.
Gerek Millet Mektepleri’nde, gerekse Halk Evleri ve Halk Odaları’nda halka okutulmak üzere “Âfet İnan” imzasıyla yayınlanan “Vatandaş İçin Medenî Bilgiler” isimli kitapta, istenen “vatandaş portresi” şöyle çiziliyor:
“Gerçekte dinleri konusunda halkın hiçbir fikri yoktur; din dediği şey, bilinmeyen inanç temellerine ve meçhullerle karışık emellere kör bağlılıktan başka bir şey değildir...”
“Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletlerinin yardımıyla, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur...” (Afet İnan, Medeni Bilgiler S. 30)
“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din... Türk milletinin millî rabıtalarını (bağlarını) gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu.”
“Türk milleti birçok asırlar... bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü...”
“Artık Türk, cenneti değil... Son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı (kötü) hatıra...”
“Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular...”
“Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.”
Öte yandan tek partinin eli kalem tutan kesimi, “yeni din” arayışına çıkıyor...
Meselâ, CHP Edirne Mebusu (milletvekili) Mehmed Şeref (Aykut) Bey, kaleme aldığı “Kemalizm” isimli kitabının üçüncü sayfasında şöyle diyor:
“Kemalizm... Yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensipleri ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.”
Halk engin ferasetiyle bu kıskacı kırdı. Ama aydın hâlâ debeleniyor. Zaman zaman da kendini tutamayarak, kıble yürüyüşünü engellemediği için orduya saldırıyor:
“Kâğıttan kaplan” benzetmesi, debelenmenin son aşamasına geldiğini gösteriyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.