Serdar Arseven

Serdar Arseven

Ameliyat…Hemen!

Ameliyat…Hemen!

AK Parti, yaklaşık beş yıllık koca iktidar dönemini “boşa harcadı” desek abartmış olmayız.
Evet, ayaklarının yerle irtibatı kesikti.
Avrupa Birliği ve ABD’den aldıkları güvenceleri yeterli buluyorlardı.
Yabancıların özelleştirmelere büyük ilgi göstermeleri de, “Bir şey görmeseler yatırım yapmazlar herhâlde” yaklaşımıyla özgüveni tırmandırıyordu.
Türkiye’nin kabuk değiştirdiğine sahiden de inanıyorlardı.
O kadar ki; Dış İşleri Bakanı ve Terörle Mücadele üst Kurulu Başkanı olarak görev yaptığı dönemde, Ankara Haber Sorumlumuz Fatih Akkaya ile birlikte Sayın Abdullah Gül’ü ziyaret etmiştik.
O günlerde “terörle mücadele yasa tasarısı” vardı gündemde.
Ben, “Savcılara gazete kapatma yetkisi” veren, “sivil toplumun hareket alanını iyiden iyiye kısıtlamayı hedefleyen” bu antidemokratik düzenlemenin, günün birinde art niyetli çevreler tarafından kullanılacağına dair fikrimi ifade ettim de, aynen şunları söyledi, Sayın Gül:
“Hâlâ eski malzemelerle konuşuyorsunuz. Gelişmeleri daha yakından takip etmenizi tavsiye ederim.
Türkiye, 28 Şubatları çok gerilerde bırakmıştır. Bu ülke bir daha ara dönem yaşamayacaktır. Bundan 5 yıl öncesi söz konusu olsaydı, endişelerinize hak verebilirdim. Ancak, arkadaşlar da rahat olsunlar, Türkiye antidemokratik müdahalelerle karşı karşıya kalmayacaktır. Hukukun politize edildiği o ara dönemler artık geride kalmıştır...”
Evet… Aynen bunları söylemişti, Sayın Gül.
Bense, ısrarla birtakım hazırlıkların olduğunu ve demokratik düzeninin her an saldırıyla karşı karşıya kalabileceğini belirtiyordum.
Efendim, bazen tecrübe yeterli olmuyor.
Avrupalıların, Amerikalıların iltifatları, ya da etrafınızdaki parazitler gerçekleri görmenizi engellediğinde böyle yanılıyorsunuz maalesef!
Lafı uzatmadan ana mevzua geliyorum.
AK Parti bugünlerde “manifesto gibi” bir savunma hazırlıyormuş! Bu savunmayla 367 kararına imza atmış olan Anayasa Mahkemesi üyelerinin hukuk anlayışlarına ve vicdanlarına hitap edeceklermiş!
Ben, Sayın Erdoğan’ın da yanıltıldığını düşünüyorum.
Geçmiş tecrübeler gösterdi ki, zamanı geciktirilmiş adımları atmak pek mümkün olmuyor.
Olay sıcakken, tepki canlıyken birtakım girişimlerde bulunduğunuzda sonuç alabiliyorsunuz.
Ancak, bir şeyler kanıksanmaya başladığında, adım atacak olsanız bile kendinizi ve dolayısıyla çevrenizi motive etmekte güçlük çekiyorsunuz.
İşte: Kapatma davasının açıldığı gün ülkeyi saran heyecan dalgası kalmadı bugün.
“27 Nisan Muhtırasının” hemen ardından gerekli tepkiyi vermesinden dolayı ilgi odağı hâline gelen AK Parti’nin başına gelecekleri kabullendiği ya da en azından kendini “11 üyenin insafına terk ettiği” yönündeki kanaat belirginleşmeye başladı.
AK Parti çevrelerinde de,
“Belki de kapatmazlar…
Para cezasıyla yırtarız, belli mi olur!” havası hâkim olmaya başlıyor.
Bu tür yaklaşımlarla mesele basite indirgeniyor.
Bir “AK Parti meselesi” hâline getiriliyor.
Türkiye için bir fırsat olarak görülebilir bu süreç.
Mesela, Anayasa Mahkemesi üyeliklerinin tespit mekanizmaları, “çağdaş standartlarla” uyumlu hâle getirilebilir.
Ne biçim iş,
Yüksek Mahkeme üyelerinin tekini dahi meclisinin belirleyemediği tek ülke Türkiye!..
ülkeyi savaşa götürmeye (şeklen de olsa) salahiyetli olan Meclis, Anayasa Mahkemesi üyelerinden birini dahi belirleyemiyor!..
Niçin böyle?
Belli: “Bunlar, Meclis’e bırakılamayacak kadar önemli işlerdir. Bu konuda Meclis’e söz hakkı verilecek olursa; laik rejim tehlikeye düşecektir…”
Şuna bak! Meclis’ini tehdit olarak gören bir devlet anlayışı!..
Şimdi, AK Parti…
“Belki de kapatmazlar” hesabıyla bu çarpıklığı görmezden gelecek ve hem kendisinin hem de ülkenin geleceğini birini dahi Meclis’in belirlemediği 11 üyeye teslim edecek!..
Oraya gelmelerinde milletin en ufak bir dahlinin olmadığı on bir üye, parmak hesabıyla milletin istikbalini oylayacak!
Ya da istikbaliyle oynayacak!..
Efendim, aklın yolu bir:
İbrahim Kaboğlu’nun “Anayasa Yargısı” adlı kitabında, üyeliklerin hangi ülkede hangi organlar tarafından belirlendiği sıralanmış. Listeyi verip can sıkmaya gerek yok.
Bir Türkiye var, Anayasa Mahkemesi üyelerinden birini dahi milli iradenin belirleyemediği!..
Böyle bir uyumsuzluk var, bizle dünya arasında…
RP ve FP kapatma davalarından dolayı bu işlerin “nasıl karara bağlandığı” konusunda muhteşem bir uzmanlık düzeyine ulaşmış bulunan Anayasa Profesörü Mustafa Kamalak, “Mahkeme üyeliklerinin en az yarısını Meclis belirlemelidir” teklifini getiriyor.
Mesela; 24 üye, 12’sini Meclis belirleyecek, 6’sını Cumhurbaşkanı, 6’sını da Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu…
Bu bir teklif.
Hatırlayınız lütfen: Anayasa Mahkemesi de, 2004 yılında hazırladığı bir teklifle üyelerin bir bölümünün Meclis tarafından belirlenmesinin “uygun” olacağını ilan etmişti.
Türkiye Barolar Birliği adlı aşırı laikçi grubun elinde bulunan örgüt bile, üyeliklerin bir bölümünün TBMM tarafından belirlenmesini teklif etmişti.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç da, manifesto niteliğindeki son konuşmasında “Meclis’in de üye seçmesi” gerektiğinin altını çizdi.
Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Zühtü Arslan, Prof. Dr. Hasan Tunç, Prof. Dr. Ergun özbudun, Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Mustafa Bumin de üye seçiminde Meclis’in devre dışında bırakılmaması gerektiğini savunuyorlar.
Görüşlerine başvurduğumuz hukukçular, Anayasa Mahkemesi’nin üye belirlenme yönteminde değişiklik yapılması halinde mevcut üyelerin görevlerinin sona ereceğinin de altını çiziyor.
Ve içlerinden bazıları:
“Yara çok derin,
Pansuman fayda etmez” diyor.
Ameliyat gerek!..


Önceki ve Sonraki Yazılar
Serdar Arseven Arşivi