Anladığım Alevilik (4)
Sünnilik, Şiilik ve Alevilik
Şüphesiz ki Aleviliği anlamak için Sünnilik (Ehli Sünnet) ve Şiiliğin (Şia) ne olduğunu, bir ölçüde de olsa bilmek gerekiyor.
“Sünnilik”;“aslına rücu” babında, Kur’an’ın ve Sünnetin (Ehli Sünnet) daha iyi anlaşılması ve Hz.Muhammed (SAV) dönemindeki şekliyle yaşanmasını esas alan dini anlayıştır. Emeviler ile Haşimiler arasında yaşanan siyasal çekişmelerden huzursuz olan Müslümanların “bir orta yol arayışı” olarak doğduğu kabul edilmektedir. Ülkemizde yaygın olan “Hanefi Mezhebi”nin kurucusu İmam-ı Azam da bu anlayışın önderlerinden biridir.
“Şiilik” ise; Peygamberimizden sonra, Hz.Ali’nin halife olması gerektiğine inanan, diğer dini figürlere göre Hz.Ali ve Ehli Beyt (Hz.Muhammed’in ailesi) sevgisini daha fazla öne çıkaran, Hz.Ali’nin siyasi bir cinayete kurban gitmesi ve Kerbela’da Hz.Hüseyin’in katledilmesiyle siyasi bir içerik de (Emevi karşıtlığı) kazanmış olan anlayıştır.
Birçok teolog Şiiliği bir “siyasal İslam mezhebi” olarak kabul eder. Ancak (küçük de olsa) bazı gruplarda bu sevgi, saygı ve yüceltme o kadar ileri götürülür ki Hz.Ali’nin peygamberliğini (haşa!) öne sürenler bile vardır. Bu ve benzeri grupların günlük yaşantılarında, Hz.Ali’nin sürdüğü hayat tarzını gösterecek emarelerin (en azından ifade ettikleri sevgi oranında) görülmemesi ise (özellikle ibadet anlamında) olayın, salt bir sevgi-saygı meselesi olmaktan ziyade “siyasi bir konu olarak algılandığını” düşündürmektedir.
Günümüzde daha çok Azerbaycan, Irak, İran, Suriye, Lübnan’da taraftar bulan Şiilik; Caferilik, İsmaililik, Zeydilik gibi kollara ayrılır.
Alevilikle Şiilik aynı şey midir?
Burada dikkat çekilmesi gereken nokta Şiilik ile Aleviliğin benzer ama aynı şeyler olmadığıdır. Hz.Ali ve Ehli Beyt sevgisi, siyasal sebepler, kültürel yakınlık, Muharrem orucu, kayıp İmam gibi ortak konular Alevilikle Şiiliği benzeştirir. “Eline, beline, diline sahip olmak” şeklinde özetlenebilecek “Alevi ahlak anlayışı” ise (diğer bütün dinlerde de olduğu gibi) ortak payda olarak gözükmektedir.
Aslında, Alevi kelimesi Yeniçeri ocağının kapatılmasına kadar “Hz.Ali takipçileri” anlamında, Şiiler için kullanılmıştır. Ancak sonraları bu isimlendirme daha çok Bektaşi ve Kızılbaşlar (Kürt Alevileri) için kullanılmaya başlanmıştır. Karışıklık belki de buradan kaynaklanmaktadır.
Bütün bunların sonucunda Aleviliğe, (bazı marjinal gruplar hariç); “Erenlerin geleneksel inanış ve kültür öğelerini de içeren, (aslında çoğu) Ayet ve Hadis’e dayanan özlü söyleyişleri ve bunların kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla yapılanan, itikat ibadet ve muamelattan ziyade mistik yönü ağır basan (ama nihayette, İslam dairesi içerisinde kabul edilmesi gereken) bir din anlayışıdır” diyebiliriz diye düşünüyorum.
Bir cümle ile söylemek gerekirse; “Alevilik Anadolu Şiiliğidir” denilebilir. Aradaki asıl fark; Arap yarımadası ve Ortadoğu’da, daha çok siyasi niteliğin öne çıkmasıdır.
Bir başka grup gibi görülen Caferilerin Anadolu Aleviliğinden farkı ise kendilerini Azeri olarak nitelemeleri ve özellikle tesettür-ibadet anlayışlarında Sünnilere yakın oluşlarıdır.
Türklerin İslam’la Tanışması
Bilindiği gibi Türklerin İslam’la ilk temasları Hz. Ömer’in ordularının Maveraünnehir, Horasan diyarlarına yaptığı seferlerle vuku bulmuştur. Gönüllü tebliğcilerin telkinleri ve ticaretle gelişen ilişkiler Türklerin İslam’ı tanımalarına imkân vermiştir. Abbasiler döneminde Türklere verilen askeri ve idari görevler ise tasavvuf ağırlıklı Sünni anlayışının Türkler arasında yaygınlaşmasının kapısını aralamıştır.
Türklerde Sünnilik bu şekilde kökleşirken, İran üzerinden gelen dini-mistik-mitolojik karışımlı anlatılar bu dinlileşmeye başka bir boyut katmış ve özellikle göçerlerde, Aleviliğin taraftar bulmasını sağlamıştır. Ancak siyasi etkiler yanında, kültürel birikim eksikliği ve ekonomik şartlar yeterli kurumsallaşmanın oluşmasına imkân vermemiştir. Ve sonuçta din, yazılı kültürel temellerden çok sözlü anlatılara ve ritüellere dayanan bir görünüm almıştır.
Her göçer boyun kendine özgü kapalı bir kültür dünyası olması Aleviler arasında da farklı algılamaların ve tarzların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu toplulukların göç yolları üzerinde karşılaştıkları değişik kültürlerden etkilenmeleri sonucunda; temelinde Türk kültürü olan, Ehli Beyt sevgisi derin ama Müslümanlığı (entelektüelite, itikat-ibadet-muamelat anlamında) o kadar da derin olmayan din algılamaları ortaya çıkmıştır. Bugünkü grupların, (Birinci yazımızda bahsettiğimiz: Balkız, Doğan, Altun, Özgündüz) birbirinden çok farklı görüşlerinin temelinde yatan asıl sebep bu olsa gerektir.
Şeyhlikten şahlığa!..
Siyasi tarihte ve dinler tarihinde siyasi iktidarla dini otorite ilişkilerinin şüphesiz çok önemli bir yeri vardır. Bu ilişki bizde, Karahanlı’lardan Osmanlı dönemine kadar, genellikle bir denge içerisinde götürülebilmiştir. Araya bir mesafe konmuş ama dini kurumların gelişmesine yönelik kolaylıklar (vergiden muafiyet, askerlikten muafiyet, yardım toplama izni gibi) da sağlanmıştır.
Bu sebeplerle Şah İsmail’in dinle siyaseti bütünleştiren “Şeyhlikten şahlığa giden yol politikası” (Şeyh İsmail Şah İsmail olmuştur!) Anadolu’da maya tutmamıştır. Tam tersine, mesela, Hacı Bektaşi Veli’nin devletle barışık, hoşgörülü din yaklaşımı (ve bu yolla Yeniçeri üzerinde kurduğu etkinlik) Devlete güç katmış, ülke sınırlarının Balkanlara kadar genişlemesine yardımcı olmuştur.
Ancak, İmparatorluk çapında olmasa da siyasi kalkışmada bulunan bazı şeyhlerin, Osmanlı’da idam edildiği bilinmektedir. Devlet-i ebed müddet için kardeşini ya da çocuğunu katleden bir anlayışın (ki benim hiçbir suretle katılmadığım bir düşüncedir bu) bu tür bir kalkışmaya müsaade etmeyeceği çok da anlaşılmaz bir şey değildir. Bu bakımdan, bu idamları Sünni-Şii çekişmesi şeklinde yorumlamak ve günümüzde dahi bir ayrışma konusu olarak görmek, haklı bir sav gibi gözükmemektedir.
Kısmetse haftaya devam edeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.