Bağımsız denilen medya gerçeği
Bu yazı aslında yabancı okur için kaleme alındı ama son dönemde kafası karışan Türkiye kamuoyu açısından da önemli.
Ergenekon gerçeğinin medya ayağı olduğu ve bunun tam anlamıyla ortaya çıkarılamadığı gerçeğini anlatmaya çalıştığım bu yazı Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara Büyükelçisi Francis Joseph Ricciardone’ye hitaben kaleme alındı.
Büyükelçi Ricciardone, Odatv Baskını’ndan sonra Türkiye’de olup biteni anlamaya çalıştığını söyledi.
Türkiye’nin büyük gazetelerinden birinde uzun yıllar üst düzey yöneticilik yapmış, bir gazeteci olarak kendisine yardımcı olayım.
Bugün Türkiye’de iktidar-medya ilişkilerinin sıkıntılı olduğu doğru.
Başbakan Erdoğan zaman zaman medyaya, yazarlara sert çıkışlar yapıyor bu da doğru.
Ancak Türkiye’de Batılı anlamda bir medyanın mevcudiyeti daha sıkıntılı.
Bu ülkenin medyası ne yazık ki, yıllar boyunca Genelkurmay karargahının bir uzantısı olarak işlev gördü. Gazetecilerin itibarı yüksek rütbeli generallerle ne kadar samimi olduklarıyla ölçüldü.
Çünkü asker uzun yıllar devlet içinde devlet konumunu korudu ve işadamları için her zaman siyasetçiden önemli oldu.
Bu ülkede yıllar boyu her görüşten siyasetçiye hakaret yağdı ama asker her zaman kutsal, dokunulmaz kaldı.
Sıkıntı bundan ibaret değildi, medyayı devlet üzerinden zenginlik kaynağı olarak gören medya
sahipleri, askerle iyi geçinme kaygısıyla köşe yazarından haber sorumlusuna kadar askerin tavsiyesiyle adam aldı. Genelkurmay, MİT gibi kurumlar kendilerine gazeteci diyen ajanların atama işlevi gördü. Bunun neticesinde asker kutsal, siyasetçi karanlık, pis bir biçimde değerlendirildi.
Askeri istihbaratın sağladığı bilgiler, askerin rahatsızlık duyduğu siyasetçileri devre dışı bırakmak için kullanıldı.
Karargahtan gelen taleplerle yazılar yazıldı, o talimatlarla kimi konulara hiç girilmedi.
Mesela, Türkiye’de kendine merkez diyen medyanın hiçbir zaman insan hakkı, hukuk gibi kaygıları olmadı. Kıbrıs’tan Kürt meselesine, Ermeni soykırımı tartışmalarından solculara baskıya kadar bu medya her koşulda devletin yanında yer aldı. Almakla kalmadı, devletin hassasiyet gösterdiği konularda farklı duruşu olan aydın ve sanatçıları boy hedefi haline getirdi.
Bundan Nobel Ödüllü yazarımız Orhan Pamuk da nasibini aldı, sürgünde vatan hasretiyle ölen Kürt sanatçı Ahmet Kaya da. Diyarbakır’daki işkenceleri de görmezden geldiler, faili meçhul cinayetleri de.
Aslında askerle işbirliği içinde siyaset sahnesini düzenlemeye çalışan gazeteci kılıklı devlet ajanları sahnedeydi.
Üstelik bu yeni bir şey değildi Türkiye için.
1945’deki Tan Matbaası baskınından 1960 darbesine, 9 Mart darbe girişiminden 28 Şubat sürecine kadar her aşamada halkı tahrik etmek görevini onlar üstlendi.
Şimdi Ergenekon dava sürecinde, Balyoz olayında da onların izleri ortaya çıkıyor.
Sayın Büyükelçi, bunun basın özgürlüğüyle ilgisi yok, demokrasinin korunması meselesiyle karşı karşıyayız. Size sadece şunu hatırlatayım, bu ülkede yakın geçmişte devlet kaynaklı çok cinayet işlendi.
Çok sayıda aydın, öğrenci, bu cinayetlere kurban gitti. ‘Sözkonusu vatansa, gerisi teferruattır’ diyen zihniyet, bu uğurda kendisine yakın isimleri de öldürtmekten çekinmedi.
Amaç irtica tehlikesi tehdidiyle halkı askeri müdahalenin yanına çekmekti.
Bu medya, bütün bu olaylarda yalanların yanında oldu, gerçeklerin üzerine gidenleri karaladı. Size şu kadarını söyleyeyim, Ergenekon dava sürecinin başlamasıyla birlikte siyasi amaçlı cinayetler bıçak gibi kesildi.
Hrant Dink devleti rahatsız eden görüşleri dile getirdiği için öldürülen son aydın oldu ve dilerim öyle kalır.
Bu cinayetin aydınlatılması için kendisine bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçiren bu medyanın seçilmemesi için parti kapattırma tezgahlarına giriştiği Cumhurbaşkanı Gül oldu.
Özetle sayın Büyükelçi, Türkiye’yi anlamak uzun ve sabır gerektiren bir süreç.
Zorluk çektiğinizde biz
buradayız.