“Adalardan Modalara”
Bir hicaz şarkı vardı eskiden, dillerden düşmeyen…
“Adalardan Modalara geçilir/ Yar elinden zehir olsa içilir,
“Bu dünyada başa gelen çekilir/ Beni şad et Şadiye’m başın için.”
Sanırım kafiye tuttuğu için, “moda” denince aklıma hep “ada” gelir. Eskiden adalarda yazlık almak “moda” idi, sonra başka moda kentler çıktı, adaların pabucu dama atıldı.
Bir gün bu konuya da gireriz belki, ama bugünkü konumuz “ada” değil, “moda”; daha doğrusu “moda” yüzünden kaybettiğimiz çeşitliliğimiz.
Eskiden İstanbul rengârenk bir “karnaval şehir”di. Farklı kıyafetler, farklı diller, farklı başlıklar harmanıydı. Bir tarafta fötr şapkalı Levantenler, daracık pantolonlu ve bastonlu İngiliz sörleri, bereli Fransız asilleri, diğer tarafta sarıklılar, serpuşlular, fesliler, kavuklular, keçe külahlılar, kabalaklılar, yağlıklılar, takkeliler… Setreliler, yelekliler, ceketliler, cübbeliler, kaftanlılar…
öte yandan rengârenk çarşaflarıyla yürüyen Osmanlı kadınlarının yanı sıra, başlarına üzerleri envai çeşit el yapması çiçeklerle süslü abartılı şapkalar takmış yabancı kadınlar…
Bu kıyafet Osmanlı kadınlarına kuşkusuz son derece gülünç gelir, ancak rahatsız edici tek bir bakış dahi atmazlardı. çünkü insanı incitmemek, Osmanlı ahlâkının temelini teşkil ederdi.
“Moda” sayesinde hepimiz bir birimize benzedik!
Şu “moda” denen olgunun, imanımıza da zararı dokundu, ama en büyük zararı hiç kuşkusuz, çeşitliliğimize verdi…
“Moda” yüzünden çeşitliliğimiz ortadan kalktı.
İnançlısı, inançsızı nüans farkıyla aynı şeyleri yiyor, aynı şeyleri giyiyor, aynı şeyleri yapıyor, benzer şeyler yaşıyoruz.
¥
önce Avrupa insanının kıyafetini giyip giyim farkını ortadan kaldırdık. Arkasından hepimiz blücin giymeye başladık: Böylece kılık kıyafette birleştik…
Mahalle kültürümüzü ihya etmemiz gerekirken, bir birine benzer “site”ler kurduk, bir birine benzer apartmanlar yapıp benzer dairelerde oturmaya başladık: Mekânda birleştik...
Uzun zamandır “moda” olduğu için çoğumuz ayakta hamburger yiyip kola içiyoruz: Yeme-içmede birleştik.
Aşağı yukarı hepimiz “moda” müzikler dinliyor, aynı filmleri seyrediyoruz: Eğlencede birleştik. Aynı şeyleri yeyip içen, aynı renkte, aynı elden çıkmış kadar benzeşen elbiseler giyen, benzer “site”lerde oturan, ağırlıklı olarak aynı müziği dinleyen ve tabii televizyonlarında aynı dizileri, sinemalarında aynı filmleri seyreden, aynı “gün”leri (Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü gibi) paylaşan insanlar, hangi dine ve milliyete mensup olurlarsa olsunlar, git gide aynı şeyleri düşünmeye başlarlar.
Bu ise hem insanlığın geleceği, hem de demokrasinin gelişimi açısından büyük bir tehdittir! çünkü demokrasi alternatife (bir anlamda çeşitliliğe) dayanır.
çeşitlilik ise git gide kayboluyor.
Dünyada her beş saatte bir McDonald restoranı açılırken (Türkiye’de altı saatte bir cami yapılıyor diye bazıları kıyametleri koparıyor); dünyada çaydan sonra en çok kola türü içecekler tüketilirken; dünyada en çok kullanılan ve bilinen kelime “okey=evet” iken; dünyada günde 110 bin adet jean (=cin--demek boşuna çarpılmadık) satılırken; belirli günler için basılan kartpostallar en az ikiyüz ülkede aynı anda satışa çıkıp milyarlarca satarken ve insanlar aynı kitapları okuyup aynı filmleri izlerken, çeşitlilikten nasıl söz edilebilir?
Belirli zamanlarda belirli akımlar, filmler, hatta oyuncaklar salgına dönüşüyor…
Dünya şişmanları aşağı-yukarı aynı elden çıkma rejimler yapıyor...
“Anneler günü”, “sevgililer günü” gibi "moda günler" Müslümanı, Hıristiyanı, Musevîsi, Paganı ile bütün dünyada aynı gün kutlanıyor (Müslümanlar ise dinî bayramları aynı gün kutlama basiretini hâlâ gösteremediler) ve tüketimi müthiş kamçılıyor...
çocuklarımız Walt Disney’in Mickey Mouse’unu kendi akrabalarından daha iyi tanıyorlar.
Kısacası, “tek tip insan”a doğru hızlı bir gidiş var…
Eski diktatörler insanları kendi düşündükleri şekle sokmak için baskı yapar, şiddet uygularlardı. Şimdiki diktatörler farklı metodla aynı sonuca ulaşıyor. İnsanları yine beğendikleri, işlerine yarar buldukları kalıba döküyorlar ama bunu, reklâm ve pazarlama yöntemleri sayesinde, baskı ve şiddet uygulamadan gerçekleştiriyorlar.
Eskiden krallar, imparatorlar, işgal etmeyi kafalarına koydukları ülkeye askerî taarruzda bulunurlardı. Bir sürü kan dökülürdü. Bu arada halkların kendilerini yabancı istilâcılardan koruma refleksleri devreye girer, mukavemet ederlerdi. Şimdiki zamanın istilâcıları cazip reklâmlar, pazarlama sistemleri ve moda tuzağıyla insan beynini öyle bir yıkıyorlar ki, gönlümüzle teslim oluyor, her şeyimizle yönetmelerine izin veriyoruz. Artık istedikleri gibi şekillendiriyor, bunu da biz istemişiz gibi kabul ettiriyorlar.
“Mutlu olmanın iki yolu vardır” diyor Benjamin Franklin; “ya isteklerimizi azaltmak, ya da imkânlarımızı çoğaltmak.”
İmkânlarımız çoğaldı, ama galiba renklerimizi yitirdik.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.