“BAŞBAKAN”
BAŞBAKAN!?. Hayır, artık sadece ülkemizde değil hemen bütün dünya’da saygı duyulan, üstelik hemşehrim ve şahsi tanışıklığım da olan bir insana, Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanına “bir mimik, bir duruş, bir tavır” olsun diye kullanmadım bu kelimeyi. Zaten, meşrebimize yakışmaz, en azından böylesine çıplak şekliyle bir makalenin başlığı da olamaz bu kelime... “BAŞBAKAN” bir kitabın adı!
Bugüne kadar Sayın Başbakanımızla ilgili pek çok kitap yayımlandı; anekdotlar aktarıldı, sosyolojik-psikolojik-siyasi tahliller yapıldı, biyografisi ortaya kondu. Seçimler yaklaştığından mıdır bilmiyorum, son zamanlarda sayısı arttı sanki bunların. İçlerinde, “keşke Sayın Başbakanın iktidarda olmadığı bir zamanda yazılsaydı” dediklerim de var. Objektif değerlendirmelerin ötesine geçen, gereksiz bulduğum methiyeler... Sayın Başbakanımızın da bunlara ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum, ayrıca hoşlandığını da sanmıyorum.
“Methiye”, oldum olası bana hep soğuk gelen bir kelime. Kim için yapılırsa yapılsın, ne için söylenirse söylensin, (bir noktadan sonra) rahatsız eder beni. Evet, “güzel söz”; sadakadır, moraldir, motivasyondur. Ama iş methiye düzeyine varınca... Mesela benim için böyle bir şey vuku bulduğunda yüzüm kızarır ve bir an önce bitmesini isterim. Bazen akıldan müstağni saydığım bile olur o sözleri, “ardında bir şeyler mi var” diye düşündüğüm de.
“Övmek gayesiyle yazılan kaside veya nazımlardır” diyor “methiye” kelimesi için sözlükler. Sanırım onun yerine belki de “güzelleme” desek daha doğru olacak; insan veya doğa güzelliklerini anlatmada. Bu sebeple elime geçen “BAŞBAKAN” adlı kitabı (Mehmet Niyazi Yavuz, ÜÇM Yayıncılık), bu yönüyle değerlendirdiğimde, en fazla bir “güzelleme” olarak kabul ettiğimi belirtmeliyim. Bu tür bir kitabı okumaya karar vermemin sebeplerinden biri de bir süre öncesine kadar bu köşeyi paylaştığımız, değerli yazar Sayın Prof.Dr. Seyid Mehmet Şen Hocamızın editörlüğünü yapmış olması aslında.
Kitap eğer sadece bir “güzelleme” olarak işlenmiş olsaydı yine de okumaz ve yazı konusu yapmazdım. Ama doğrusu, son sayfasına geldiğimde “iyi ki okumuşum” dedirtti bana kitap. Yazar, -hemen herkese şu ya da bu durumda lazım olan- liderliğin ne olduğunu, tarihsel bir süzgeçten geçirdiği örneklerle anlatıyor, psikolojik, sosyolojik, siyasi analizler yaparak memleket meselelerine, -hem de en nazik yerlerinden- parmak basarak günümüze ve geleceğe ışık tutuyor.
Zaman zaman methiye sayılabilecek cümleler de yok değil, özellikle konular bağlanırken. Ama altyapısı o kadar sağlam olduktan sonra, “hak etmediği şeyler değil ki zaten” diye de düşünülebilir pekala bunlar için. Sanıyorum burada üzerinde titizlikle durulması gereken nokta; hem hatibin hem de muhatabın gerçeklikten kopup “aşık-maşuk ya da şeyh-mürit” ilişkisine girmesi, akıldan vareste durumlara düşmesi tehlikesidir. Siyasette, bunlara hiçbir şekilde yer yoktur çünkü.
Kitapta ilginç tespitler var.
- Lider bahçede ya da saksıda yetişmez. Allah vergisi kendi istidadı, yaşanılan şartlar, hayatın zorlukları doğurur lideri. Lider, şartlar ne olursa olsun o zorlukların üstesinden gelendir. Resmi sıfatlar geçici, liderlik kalıcıdır. İnsanların resmi bir görev üstlenmemiş olması ya da devlet başkanı vs ol(a)maması onların liderliğine halel getirmez. Hayatta iken Hz.İsa’ya intisap edenlerin sayısı sadece 12 kişi (havari) idi ama mesajı yerini bulmuştu. Bugün, (bozulmuş olsa da) insanlığın önemli bir kısmı O’nun (ya da havarilerinin) takipçileridir.
- Gariptir, dünya aidiyetlerin yüceltildiği zamanlardan geçmektedir. Erdoğan da Kasımpaşa’dan sistemin kalbine doğru giderken; eskiyi dışlayan klasik bir sınıf atlama serüveni yaşamadı. Yaşantısını, alışkanlıklarını aynı doğallıkla sürdürdü. Bu noktada yazar biraz da ironi yapıyor ve “Gerçi III.Süleyman (S.Demirel) da; İslamköylü ve Çoban Sülü olarak anılıyordu ama bu onun için biraz aksesuar ve ayartıcı bir referanstı” diyor.
- “Siyaset meydanı kelle alınan yerdir” diyor sayın yazar. III.Murat’ın tahta çıkarken 6 kardeşini öldürttüğünü, yerine geçen III.Mehmet’in ise padişah olduğu gece, aralarında kendi evladının da bulunduğu tam 19 Şehzadeyi katlettiğini hatırlatıyor.
- Türkiye’de hiçbir başarının cezasız kalmadığını, İstanbul gibi birkaç devlet büyüklüğündeki bir şehrin belediye başkanlığından hapishaneye gittiğini, ama kararlılığını göstererek “bu şarkı burada bitmez” özdeyişiyle mücadeleye devam ettiğini zikrediyor.
- Elbette tesadüfler, tevafuklar vardır ama siyaset sadece bir şans işi değildir. Napolyon diyor ki; “Şans hayat kadınına benzer, bu sebeple ona bel bağlanmaz.”
- Demirel ve A.N.Sezer için de birkaç ilginç tespiti var yazarın: “Konumu ve müktesebatı itibarıyla 28 Şubat’ın müellifi Demirel’dir.” Demirel’in Özal hazımsızlığını ortaya koyan: “tapulu arazime gecekondu yaptırmam arkadaş” lafı... (Siyasi iktidarı tapulu arazisi kabul ediyor!). A.Necdet Sezer için ise tam da onu anlatan; “Ankara’da yedi taze meyveyi, boşa çiğnedi yalan dünyayı...” türküsünü söylüyor yazar!
- Partiyi kurarken... Bir Arap sözü: önce refik sonra tarik (önce yoldaş sonra yol). Ve bir Anadolu sözü: Harun gibi geldik Karun gibi gitmeyeceğiz (Burada ‘İnşallah’ diyesim geliyor!). “Adalet” bizi cihanşümul yapan kadim projemiz; “kalkınma” ise projeyi sürdürmek için ihtiyaç duyulan yitiğimizdir; bu sebeple adımız Adalet ve Kalkınma Partisi...
- “Türkiye’de siyasi mücadele kendi siyasetini hakim kılmaktan ziyade ötekinin siyasetine engel olma anlayışıyla yürütülmektedir”. “TBMM’nin sınıf yerine kantin görünümüne kavuşması demokrasinin olgunlaştığına delalet edecektir”.
Gerçekten siyasete ilgi duyanlara, özellikle seçim arifesindeki aday adaylarına tavsiye edebileceğim bir kitap. Yazarının ve editörünün eline sağlık.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.