Artık tarih yazılabilir!
ülkelerin dış politika tercihlerini ajans haberlerinden yahut etraflıca teyid edilmemiş bilgilerden yola çıkarak çok net çizgilerle değerlendirmeye tabi tutmak bugün, düne göre çok daha zor ve bu keskin yaklaşım, dün, bugüne nispetle daha az mesuliyet gerektiriyordu. Etkileşimin ve iletişimin sınır tanımadığı bugün, her değerlendirmenin ‘maksadını aşmama’ şansı yok! Uluslararası ilişkilerde ‘sorun çözme’ veya politika oluşturmanın iğneyle kuyu kazmaktan çok farklı olmaması bir yana, aktörlerin mebzûliyeti, ‘kapalı kapılar ardında’ yapılan pazarlıklar ve karmaşık ‘denge’ hesapları basitçe “Şu, şudur!” demeyi zorlaştıran unsurlar. Bilhassa gücü diplomasinin değil de, diplomasiyi, biraz da mecburen, gücün aracı gibi kullanan stratejik ve jeopolitik önemi ve tesiri hâiz Türkiye gibi ülkelerde ‘etiketleme’nin, ‘kulp takmanın’ zaman zaman hastalık derecesini aldığı düşünülürse, ne derece hassas olduğu âşikâr bir gerçek. Daha açık ifadesiyle, akl-ı selim sahibi herkes doğrulanmış bilgiye dayanmayan her değerlendirme ve yaftalamalardan şiddetle kaçınmalı. Zâhirin, görünenin gerçeği her zaman yansıtmadığı, hayatın tül perdenin arkasında döndüğü unutulmamalı. Elbette bu, her hadiseye bir kılıf bulalım anlamına gelmez; sadece hüküm vermeden önce en az üç kere düşünelim demektir...
Bu uzunca girişi, insaflı ve namuslu fikirlere tâlip okurların, çok keskin hükümlerle her kişi ve kurumu kategorize/tasnif etmeyi marifet bilen ihtiraslı ‘politikacı’ların veya kalemşörlerin tuzaklarına düşmemeleri için yaptım. Mefkûrenin lokomotifi politika ve makinisti politikacı olursa bir ülkede, en karanlıklı gecelerden daha karanlık günler o ülkeyi bekliyor demektir.
Gelelim mevzumuza...
Bir vakit CIA’nın Türkiye Masası Şefi olan ve hâlen Amerikalı think tank kuruluşu RAND’da siyaset bilimci olarak çalışan Graham Fuller’in “Siyasal İslâm’ın Geleceği” (Timaş yay, 2004) isimli kitabını hatırlayacaksınız...
Fuller, kitabını şöyle bitirmişti: “Siyasal İslâm, İslâm Dünyasının gelecekteki gelişmesi üzerinde hem pozitif hem de keskin bir şekilde negatif bir rol oynama potansiyelini içinde barındırmaktadır. ümit edebileceğimiz tek şey, liberal İslâmcıların modern çağda yenilenmiş bir İslâm anlayışı ve evrensel bir İslâmi değerler formu ortaya koyma yönündeki çalışmalarında sebat etmeleri, süreç boyunca müttefikler bulmaları ve şiddetle ihtiyaç duyulan değişimler ve reformlar yönünde ilerlemeleridir. Eğer İslâmcılar bu zorluğun üstesinden gelemezlerse, önerebilecek bir şeyleri olan başka siyasi güçler onların ayağını kaydırıp İslâmcıların yerine kendileri geçeceklerdir.” (s.345)
Aynı kitapta, Fuller, “demokratik İslâmcı alternatif” diye nitelediği Ak Parti’nin iş başına gelişini devlet ideolojisinin modasının geçmesine, yerleşik merkez sağ partilerin itibarsızlığına bağlamıştı. (s.306) “Bütün İslâm ülkelerinde İslâmcı hükümetler iş başına gelse bile...” kaydıyla başlayan cümlesini ise şöyle bitirmişti Fuller: “Jeopolitik tercihler ve bölgesel birlik politikaları tamamen yok olmayacaktır.”
Fuller’in tespitleri bizim için önemli, çünkü, en büyük küresel aktörün politikalarının şekillenmesinde müessir bir rolü var ve ‘dışardan’ bakışlar, her ne sıfatla olursa olsun ehli için çok kıymetli veriler ihtiva eder.
Fuller’in yeni kitabı “Yükselen Bölgesel Aktör: Yeni Türkiye Cumhuriyeti” (Timaş yay, Mart 2008), önceki değerlendirmelerine kaldığı yerden ve merceği Türkiye’nin üzerine tutarak devam ettiğini gösteriyor. Son dönemin, uluslararası çevrelerce Türk dış politikasının en fazla ciddiye alındığı bir dönem olarak değerlendirilmesi ise altı çizilmesi gereken bir tespit. Fuller’e göre, gerçek anlamda bağımsız bir Türk dış politikasının entelektüel ve kavramsal temelleri sistematik bir biçimde ve derin bir vizyonla ancak son zamanlarda Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya konuldu. Küresel güçleri ve yerel statükocu çevreleri asıl ürküten cihet ise, Davutoğlu’nun ortaya koyduğu vizyonun zaman zaman Neo-Osmanlıcı gibi değerlendirilse de Osmanlı’yı da aşan ve bir merkeze bağlı politikayı büyük ölçüde reddeden, olabildiğince bağımsız ve derinlikli bir vizyonu öngörmesidir. Bunu da açıkça dile getiriyor ve bu formulasyonun daha önce bir benzerinin olmadığının altını çiziyor Fuller ve bakın noktayı nasıl koyuyor: “Gelecek ne getirirse getirsin, bir şey kesindir: O, eski, öngörülebilir ve sadık Amerikan müttefiki olan Türkiye artık tarihe karışmıştır.” (s.321)
Osmanlı’nın külleri arasından doğan bir Anka Kuşu hiç olamayan Türkiye’yi tarihin mahkûmu olmaktan çıkaracak temel yaklaşım eski hâlin muhal olduğunu bilmektir. Eski küflenmiş ve kokuşmuş alışkanlıklar ve telakkiler tarihe karıştıkça yepyeni ve parlak bir tarih yazılabilir ancak. Yeter ki, Türkiye’de yaşayan her akıl sahibi, tarafgir ve politik değerlendirmelerden uzak, hakperest ve insaflı bakış açılarıyla rotasını doğrultmuş ülkenin istikbali için samimi gayret etsin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.