Murdar Batı Kültürün Yerli Taklidi Hezimet Kültürü
İngiltere Müstemlekeler Bakanı Gladstone 1880′lerde Lordlar kamarasında ayağa kalkar, elinde bir kitap vardır ve aynen şöyle der:
“-Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz?… Bu, Müslümanların kitabı Kur’an’dır. Bu kitabı Müslümanların elinden, dilinden ve gönlünden almadıkça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp etmeli, Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız. Veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”
Nihayetinde yerli uşaklarıyla işbirliği yaparak bu hedeflerine ulaştılar ve tarihin en aziz milletini ruh cephesinden vurdular.
Emperyalistlere karşı madde cephesindeki Millî Mücadele’mizi, ma’na cephemizin büyük kuvveti sayesinde kazanmıştık. Ama ne hazindir ki, tarihin bu en bahtsız milleti, madde cephesinde mağlup ettiği emperyalistlere, çok büyük bir şeytanî plân sonucunda, ma’na cephesinde mağlup olmuştu.
Maddî zaferin manevî mükâfatı(!); bir İsviçreli gibi doğmak, evlenmek ve boşanmak ve miras hakkına sahip olmak, bir İtalyan gibi yargılanmak, bir Alman gibi ticaret yapmak idi.
Ma’na plânındaki bu mukallidliğimize rağmen, madde plânında ne bir Almanya olabiliyorduk, ne bir İsviçre, ne de bir İtalya.
Bu mümkün de değildi zaten, zira bir ucube, bir mankurt olup çıkmıştık. Adeta, kilisede hem haçı kirleten, hem de şarap içen şaşkın kargaya dönmüştük.
Ortaçağ zifiri karanlığından kurtulan Haçlı dünyası ise, bizim çöpe attığımız değerleri, adeta Peygamber buyruğuna uyan bir mü’min edasıyla, nerede bulduysa almış ve bir hazine titizliğiyle koruyarak benimsemiş ve bu sayede bugünkü maddî kalkınmayı yakalayabilmişti.
Avrupa seyahati dönüşünde “Avrupayı nasıl buldunuz?” sorusuna şu ilginç cevabı verir Mehmet Akif merhum: “Dinleri işimiz gibi, işleri dinimiz gibi.”
Ziya Paşa da bunu başka bir biçimde dile getirmiştir:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm.
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm.
Akif’in ve Ziya Paşa’nın tasvir ettiği ağlanası manzara eşyanın tabiatına aykırı bir durum değildir. Zira Allah, müslüman kâfir ayırt etmeksizin, ilme değer verip ona talip olanı madde plânında yüceltir. Hatta ilme kıymet veren kâfiri dilerse iman mükafatıyla izzetli kılar. Bugün batılıların her türlü kara propagandaya rağmen fevc fevc İslam’a koşması bu Sünnetullah’ın tecellisi değil midir?
İlmi zorbalığına engel görüp, üstelik hurda kâğıt fiyatına elden çıkaran slogan ehlini ise, belhüm adal çukur seviyesinde zelil eder.
Ve öyle bir gün gelir ki, esasında Allah katında necasetten öte bir ma'na ifâde etmeyen kâfir topluluklar, kıymet verdikleri ilim sayesinde, güya Allah’ın en güzide kulları olan Müslümanların gözünde, bir dev gibi büyür büyür de, alçalmışlık kompleksinin en çukurunu dile getiren bir hâl ile “Aah! O Haçlı Birliği’ne bir girebilsek!” diye süflî hayaller seslendirilir.
Vaziyet o kadar vahim bir hâl alır ki, Allah’ın seçkin kulları olması gereken Müslümanlar, Allah’ın murdar sıfatını (bkz. Tevbe: 28, Yunus: 100, Furkan: 44, Furkan: 176, Enfal: 55) lâyık gördüğü kâfir milletlerin necis küfür diyarlarında yaşamayı çağın en büyük şerefi addederler de, onlardan vize almak için konsoloslukları önünde metrelerce kuyruk oluştururlar. Oturma izni alıp bu şerefe nail olmak için şeytanın bile aklına gelmeyecek hilelere müracaat ederler.
Sözün burasında Ulu Hakan Abdulhamid’den bir hatırayı nakletmek istiyorum. Zannedersem merhum Üstad Necip Fazıl’ın bir kitabında okumuştum ve hatırladığım kadarıyla sizlerle paylaşmak istiyorum:
Zamanın şeyhülislamının oğlu ciddi derecede hastadır ve tedavisi o zamanda ancak Avrupa’da mümkündür. Ama o devirde öyle her önüne gelen, yok gâvurun helâlarını temizleyeceğim, yok domuz ahırında çalışacağım, yok ahlâksızlık merkezlerini dolaşacağım diye Avrupa’ya gidemez. Yani İslâm topraklarını terk edip küfür diyarına gitmek izne tabi’ idi ve bu izni almak çok zor idi.
Şeyhülislamın oğlu da izin için müracaat eder, lâkin uzun zaman geçmesine rağmen bir türlü izin çıkmaz. En nihayetinde huzura çıkar ve Cennetmekân Sultan’a neden izin verilmediğini sorar. Aldığı cevap, yirmi birinci asrın bir Müslüman ferdi olarak, beni bugünkü hâlimize ağlatacak derecededir:
- “Evlâdım!” der, o asrın en siyasî padişahı. “Gitme Avrupa’ya. Hastalığın ne ise, doktorunu bulalım, o gelsin İstanbul’a.”
Mehmet Akif merhum, yirminci asrın evlâdına çokça sitem ediyor şiirlerinde. Acaba Sultan Abdulhamid’in yukarıdaki sözünde ifâdesini bulan takva derecesindeki hassasiyetini, yirminci asrın evlâdı ne kadar anladı? Ve yirmi birinci asrın evlâdı olan bizler! Bizde o cennetmekân ecdadımızın iman hassasiyetinin ne kadarı var?
Dün Ulu Hakan, murdar bir kültüre karşı, tertemiz İslâm kültürünü muhafaza etmek için diyar-ı küfre adım bile atılmasına izin vermezken…
Ondan daha önceki gün Kanunî Sultan Süleyman, bugün mekteplerde çağdaşlık diye öğretilen “dans” adlı rezilliğin, müslümanlara da bulaşır endişesiyle, Fransa’ya gönderdiği bir ültimatom ile yüz sene yapılamamasını sağlamışken…
Bugün içte ve dışta o ecdadın torunları, necis kültürün şirk pisliğine fazlasıyla bulaştılar.
Abdulhamid’in torunları bugün Avrupa’da milyonlarla ifâde ediliyor. Aslında bu milyonlar, ma’na plânındaki helak oluşun meydana getirdiği, madde plânındaki hezimetten başka bir şey değildi.
Devran tersine dönmüş, bir zamanlar İslâm beldelerine sevinç gösterileriyle çalışmaya gönderilen Hıristiyan işçilerin yerini, küfür beldelerine davul zurnayla gönderilen Müslüman işçiler almıştı.
Esasında bu vaziyet, tarih boyunca belki milyon kere tecelli eden, değişmez, pörsümez Sünnetullah’ın, bir kere daha ibretlik tekerrüründen başka bir şey değildi. Ama keşke ibret alabilsek ve artık bir daha tekerrür etmese.
Tarihte olduğu gibi, Müslüman Türkler Avrupa kapılarına yeniden akın akın dayanıyordu. Ama dedeleri gibi, medeniyet ve adalet götürmek için değil! Bilâkis, dedelerinin üzengisini öpmeyi şeref sayan Avrupalılara hizmet için gidiyorlardı.
İçeride, murdar batı kültürünün yerli temsilcisi hezimet ideolojisi, asil millete Avrupa’nın kopkoyu Ortaçağ’ını dayatırken, dışarıda da milletin milyonlarca evlâdı, necis ve murdar kültür tarafından çepeçevre kuşatılmıştı. İçeride öldürücü küfür, dışarıda asimilasyon…
Ve tarihe altın harflerle yazılan Osmanlı medeniyetinin yıkıntıları üzerine yepyeni bir mukallid kültür bina ediliyordu. Belhum Adal Kültürü…
Bu kültür öyle alçaltıcı, öyle tahkir edici bir dereceye vardı ki, tabiatıyla şöhreti bütün yeryüzüne ulaştı. Belki de aşağılama ve komedi dalında dünyanın en meşhur kültürü oldu.
Ve tabiî olarak, yerkürenin neresinde ahlâka, medeniyete, haysiyete, fazilete, adalete, itimada, sadakate, nezakete mugayyir bir hâdise yaşandıysa, hemen “Türk İşi” diye yaftalandı. Bunun en son örneği, Japonya’daki depremde camdan atlayan tek ferdin, çizgili pijaması ve kıllı göğsünü gösteren beyaz atletiyle bir Türk’ün karikatürize edilmesiydi.
Dün insanlığın sığındığı son liman olan bir necib milletin torunları, bugün alay ve istihza dünyasının baş kahramanları yapılmıştı.
Şimdi 21. asır ve tarihin bu en bedbaht milleti, belhum adal kültürünün alçaltıcılığından kurtulmak için, yeniden doğumun sancılarını yaşıyor.
Memleketin çehresi madde plânında müsbet istikamette hızla değişiyor ve fakat bu değişime ruh plânında ayak uyduramadığımız için, medenî ve bedevî kültür çatışması yaşıyoruz.
Bu acıklı tenakuzu gözler önüne sermeyi kendime bir vecibe addediyorum. Çünkü asil ve mazlum milletimi ve cennet vatanımı candan, canandan ziyade seviyorum. Çünkü bu manzara beni her hakikî Türk evlâdı gibi yürekten yaralıyor.
İlk yazımda da ifâde ettiğim üzere, bütün Türkiye’ye şamil olması dileğiyle, Samsun’umuzun şirin ilçesi Terme’nin madde ve ma’na plânındaki manzarasını tasvir etmeye çalışacağım. Terme Türkiye’den bir cüz’dür.
Terme’deki malûm manzaranın ilânı, tüm Türkiye manzarasının yansıması olacaktır.
Ve bu ilân, vatan ve milletim adına bir çok hayra vesile olacak inşaallah.
“Dert bir değil, elvan elvan.”
Haftaya Türkiye için, Terme’de buluşalım, hep beraber Terme’nin cadde ve sokaklarını arşınlayalım. Çarşamba’ya, Samsun’a; Ünye’ye, Fatsa’ya uzanalım ve nerede kanayan bir yara görürsek, insanımızı ve dolayısıyla devletimizi yaşatma adına, neşter vurmaya çalışalım inşaallah.
Fi eman-illah