Sanatın aşk hali
Genceciktim, bilmiyordum. Bilmediğim için, geçim darlığından yakınan yaşlı hattata: “Başka iş yapsanız şimdi kazandığınızın çok daha fazlasını kazanabilirdiniz” deyivermiştim..
Acıyarak, biraz da galiba aşağılayarak yüzüme baktıktan sonra, derin gözlerini önündeki “besmele”ye çevirmiş, birkaç kez iç çekmiş ve henüz duyabileceğim bir sesle sanki bana değil, yazmaya çalıştığı “eser”e kendi gerçeğini fısıldamıştı:
“Ben bu işe âşığım! Zaten aşk olmadan meşk olmaz.”
Bir sevgiliye, bir nişanlıya, bir eşe değil de bir işe âşık olmak...
O tarihteki gençliğimin algılayabileceği bir şey değildi bu; hattatı anlayamamıştım...
“Tuhaf bir adam” olduğunu düşünmüştüm (Zaten sanatçılar “tuhaf” olmak zorunda. Sıradan olandan sanatçı olmaz).
Ancak sanat ve edebiyatla meşgul olmaya başlayıp derinleştikçe anladım ki, Hattat haklıymış... Meğer sanatın özü aşkmış... “Aşk olmadan meşk olmaz”mış.
O gün Hattat Hamid Hoca’nın ağzından çıkan bu mırıltı, sonralarda hayatımı çok etkiledi... Hatta zaman zaman belirleyici bile oldu...
Kendimi defalarca “Aşk olmadan meşk olmaz” sözünü mırıldanırken yakaladım.
Zaman içinde fark ettim ki, bugün de hayranlık ve şaşkınlıkla seyrettiğimiz eski camilerin, çeşmelerin, türbelerin, köprülerin, resimlerin, heykellerin, katedrallerin, kısacası tüm “anıtsal eser”lerin içinde derin bir “aşk” saklıdır. Bu durum yürek tellerimize dokunan şarkılar, şiirler, romanlar ve hikâyeler için de aynen geçerlidir.
Mimar Koca Sinan, eserlerine (özellikle Şehzade, Süleymaniye ve Mihrimah Sultan camilerine) Mihrimah Sultan’a duyduğu plâtonik aşkın meydana getirdiği yürek tellerini katmasaydı, eserleri bu kadar muhteşem olmazdı.
Fark edin: Kanuni’nin vakitsiz ölen oğlu Şehzade Mehmed adına inşa ettirdiği Şehzade Camii’nde insanı önce titrek bir hüzün karşılar. Bu hüzün Padişah’ın oğlunun ölümüyle düştüğü hüznün “eser”e yansımasıdır...
Süleymaniye’de iç içe giren haşmet ve azamet, çağlar ötesine, eski Osmanlı’nın kudret içinde adaletini taşır.
Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii, Hanım Sultan’ın silüetini resmederken, Edirnekapı’da aynı ismi taşıyan cami, aşkın “vecd” haline dönüştüğü anın hikâyesini anlatır.
Buhûrizâde Mustafa Itri Efendi’yi meşhur “segâh tekbir”inde, Süleyman Çelebi’yi “Mevlid”inde, Yazıcızade Muhammed Efendi’yi “Muhammediye” adlı muhteşem eserinde zirveye ulaştıran şey yine “aşk”tır: Allah ve Peygamber’e karşı hissettikleri “aşk”..!
Eski “eser”lere bakarken, bunu hissetmemek imkânsız gibidir... Bu hissi yakalayamayanlar açısından “eser” anlamını yitirir. Sıradanlaşır. Mâbed “bina”ya, şiir “yazı”ya, hat “kareografi”ye, resim “çerçeve”ye, ebru “boya”ya dönüşür...
Oysa ebru, “suyun ruhunu kâğıda emzirmek”, mâbed, bağımsız taşlara nefes katmakla yapılır...
Ancak kelimeleri yüreğinizde damıtıp aşkla kundaklayabilirseniz, şiir yazabilirsiniz...
Resim ise, ressamın iç dünyasındaki renk skalasını tuvale en uyumlu biçimde emdirmesidir.
Ya hat sanatı?.. Hat, kıvrak harflerin sessiz raksıdır! Kimi kısrak başı gibi uzanır kenardan, kimi kartal gibi dikilir azametle, kimi zinde bir dinginlik içinde sarılır diğerine, kimi isyankâr bir hamle ile en umulmadık yerden fışkırır.
Öylesine şaşırtıcı ve etkileyici bir bütünlük ki, Hattat Hafız Osman Efendi’nın kayıkçıya özenle çizdiği “vav”ı ters çevirerek, Sinan’ın Süleymaniye’sine kubbe yapabilirsiniz.
Yarın inşallah “Bir vavın hikâyesi” ile söze başlayalım...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.