Sayın Başbakanım! Sadece “İki Dakika”, Please!..
Aslında makalenin başlığı daha farklı olacaktı, içeriği de. Henüz 24 yaşındayken, küçük de olsa, bir ilçenin kaymakamlık görevini (hatırı sayılabilecek bir süre için) yürüttüğümden... 12 Eylül darbesi olunca, buna bir de belediye başkanlığı eklendiğinden... 38 yaşından sonra, misyon uğruna, rica-davet ve belki biraz da adam yokluğu sebepleriyle, parayı pulu ve Bursa gibi bir şehri bırakıp Van’a gittiğimden ve tam 7 yılı bekâr olmak üzere 10 yıl kaldığımdan, orada yaptığım idareciliklerden, (inşaatı dahil) fakülte kuruculuğundan, Sivil Toplum Örgütü çalışmalarından, Tabip Odası Başkanlıklarından... Doçentlik için didinişlerimizden, 28 Şubat sürecinde (eşlerimizin çarşaflı oldukları da dahil!) iki defa sınavda bırakılmamızın (ideolojik) gerekçelerinden..
Sonra Ankara’ya, Milli Eğitim Bakanlığı’na çağrılışımızdan ve o zamanlar için Türkiye’nin en belalı işi olan Yükseköğretim Kanunu’nu hazırlama çalışmalarımızdan, o süreçte, zamanın YÖK Başkanları Teziç, Gürüz ve (ideolojik anlamda yanlı ve güçlü) rektörlere karşı verdiğimiz mücadeleden, bu arada sağlığımızın ciddi derecede bozuluşundan,
Rejimin (ya da derin devletin) zinde güçlerince nelere maruz bırakıldığımızdan…
Mesela;
- Her gün sekiz sütuna çekilmiş manşet ye da onlarca makale ile hükümet adına nasıl hırpalandığımızdan,
- Bu sıralarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin “Bir göz doktorunun Milli Eğitim Bakanlığı’nda ne işi var” savıyla, TBMM kürsüsünden beni nasıl defalarca dile getirdiğinden,
- Zamanın Cumhurbaşkanı A.N.Sezer’in müsteşar yardımcılığı kararnamemi niçin imzalamadığından ve bu sebeple iki buçuk yıl Bakanlıkta düz memur maaşına çalıştığımdan,
- Asker’in beni “irticacı yüksek bürokratlar” listesine koyup (herhalde yangında “ilk kurtarılacak olanlar” kastedilmişti!) bütün istihbarat daire başkanlıklarına bildirmesinden (ki o listede yer alan isimlerden üçü şimdi bakan, ikisi ise devletin en yüksek memurları!),
- Bulunduğum Bakanlık ve yürüttüğüm Yükseköğretim Kanunu çalışmaları sebebiyle, üniversitelerin bana nasıl kapılarını kapattığından, profesörlük kadrosu için bir buçuk sene beklettikten sonra bir rektörün, dalga geçer gibi “şu bakan-şu müsteşar senin arkadaşın değil mi, onlar beni niye filan hastaneye şef yapmadılarsa ben de sana onun için kadro açmadım” dediğinden ve sonuçta bu kadro için iki yıl bir vakıf üniversitesinde bedava çalışmak zorunda kaldığımdan,
- Yargıtay’ın, tamamen Bakanın tasarrufundaki bir işlem dolayısıyla bana nasıl (karşı taraftan olduğum gerekçesiyle olsa gerek!) “altı ay hapis cezası” verdiğinden,
- Ve Silahlı Kuvvetlerimizin en büyük dört komutanından birinin, niçin ve hangi psikoloji ile benim için “Tayyibin fedaisi” tabirini kullandığından vesaire söz edecektim. Ayrıntıya girecek her şeyi gözler önüne serecektim.
Bu sebeplerle, bu makalenin başlığı “Tayyibin Fedaisi” olacaktı. Ama doğrusu fazla sivri geldi bana, uygun bulmadım. Birinci kelimeyi, bu çıplak haliyle Sayın Başbakanımıza; ikincisini de bağımsız ve bağlantısız bir kişilik olarak kendime yakıştıramadım. Ama gün gelir de zemini oluşursa, çekinmeyiz, ayrıntıya da gireriz elbette.
Yanlış anlaşılmasın milletvekili aday adayı filan değilim; “Sayın Başbakanın gözüne gireyim de aday listesinde yer alayım” diye bir kaygım yok, yani. Sadece, varın gerisini siz düşünün diye, böyle bir şahsiyetin memuriyet hayatının 32. yılında, adına çalıştığı misyon mensuplarınca maruz bırakıldığı “sürgün” durumunun öncesini anlatmaya çalıştım.
Sonuç olarak şu anda, “sapı bizden bir balta tarafından bedeninden koparılmış bir dal gibiyim” desem yeridir. Saklamıyorum; biyolojim de psikolojim de bu. Asıl dokunan şahsıma uygulanan bu “baltalama” işleminin, yukarıda bahsettiğim rektörün sözlerinde “arkadaşım” diye tanımladığı ve o sebeple beni (kendince) cezalandırdığı insanlar tarafından yapılmış olması!..
Sürgünün sebebini sorarsanız…
İşte orası çok kötü; “yazıklar olsun” denecek kadar kötü. İki ayaklı zemin üzerinde yükselen bir sebep söz konusu. Kanımca, zemini oluşturan; son yıllardaki sağlık politikalarına yaptığım (aslında dost acı söyler misali, özde ve uzun vadede yapıcı olan) eleştiriler ve bir süre önce yazmış olduğum “Allah Bu Memleketi Cemaatçilikten Korusun, Amin” adlı makaleler. Asıl somut sebep ise özellikle bunlardan ikincisi ile yakından ilgili olan bir “Klinik şef yardımcısı ataması işlemi!!!” En azından belli bir süre ayrıntıya girmeyeceğim bu konuda; insanlık adına da Ak Parti’nin adındaki ilk kelime adına da utanç verici çünkü. Şimdilik söyleyeceğim tek şey; Doğu’lu vatandaşlarımızın, güçlülerin zayıflara bile bile haksızlık yaptığı durumlarda kullandığı bir söz: “Allah kabul etmesin.”
Unutmayalım: Milletin iktidara, iktidarın da bakanına, bürokratına, memuruna verdiği yetki ancak ve ancak “kamu yararına kullanmak üzere”dir. Buradaki “kamu” kelimesinden anlaşılacak olan yine devlet, millet ve insanlarımızdır; bir grup, bir zümre, bir insan, bir cemaat değil. Kişisel egolar ise hiç değil.
Bu gerekçelerle Sayın Başbakanımıza naçizane, tam da listeleri oluşturduğu bugünlerde, milletvekili adayları için mutlaka bir “kişilik analizi” yapmasını öneriyorum. Bu önümüzdeki meclis döneminin sağlıklı yaşanması ve küstürülen, hatta yaşamaktan bıktırılan bir kısım insanların kalbinin tekrar kazanılması için şarttır.
Son olarak Shakespeare’in, iktidarda olup kişilik zafiyeti gösteren insanlar için söylediği bir repliğini hatırlatmak istiyorum;
“Krallığı bol gelmişti sırtına,
Tıpkı bir cücenin bir devden çaldığı kaftan gibi”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.